Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

HASAN SABBAH VE ALAMUT

Hasan-SabahNizari İsmaili Devletinin Kurucusu HASAN SABBAH VE ALAMUT (Öğretisi,tarihi, felsefesi),

Su Yayınları,  İstanbul-2004; S. 352, ISBN: 975-6709-35-9  (Telefon: 0090 212 512 16 68)

SU YAYINEVİ (Recep Tatar, Yayınevi sahibi)

Cağaloğlu Yokuşu Evren Han No. 29 Kat 3/53

Cağaloğlu İstanbul

 Tel: (0090) 212 412 16 68

 

ÖNSÖZ

Genel anlamda  Heterodoks İslam olarak tanımladığımız Aleviliğin çok önemli bir kolu olan İsmailiğin Alamut çağı Nizari İsmaililerine ilişkin yanlış, yalan ve iftira dolu hayali bilgiler  yüzyıllar boyu aktarılarak, tarihsel gerçeklermişçesine sunulmuş; sözde tarih araştırmaları, romanlar, öyküler ve film senaryolarıyla bu uydurma ve tarihsel çarpıklıklar hala sürdürülmektedir.

Alamut devleti ve onun kurucusu Hasan Sabbah (1034?-1124) hakkında akılalmaz karaçalmaları ve aşağılamaları, en ciddi yazar ve araştırmacıların yazılarında görmek, günümüz tarihçilerinin kaleminden okumak insanı dehşete düşürüyor; bu denli bağnazlık ve düzeysizlik olamaz diye! Bağnazlık diyoruz, çünkü  Avrupa merkezci  tarih anlayışı  Avrupalı-Hristiyan kökenli kaynakları güvenirlilik ölçütü alırken; Ortodoks İslam (Sünni)  tarihçi ve din bilginleri, çağdaş saray kronikçileri ve yönetim erkinin besleme yazar ve bilginlerinin yazdıklarını ana kaynak olarak kullanmaktadırlar.  Ortodoks İslam yazar ve tarihçileri, Avrupalı Hrıstiyan tarihçileriyle birleştiren işte bu bağnazlık anlayışıdır. Oysa onlar, Avrupalı doğubilimcilerin, Hristiyan yazar ve tarihçilerin İslam ve Türk imparatorluklarına ilişkin görüş ve düşüncelerine ateş püskürürler. Bu ikili davranış, kendilerinin, milliyetçi ve dinsel ideolojiler açısından tarihe bakmaları, nesnel yaklaşım göstermemelerinden dolayıdır.

Büyük İsmaili Dai’si, döneminin bilgin ve düşünürü, eşi az bulunur örgütçü bir devlet adamı olan Hasan Sabbah’ın, İmam Cafer oğlu İsmail’in soyundan 19.İmam Nizar’ın adına ve İsmaili Aleviliği inanç öğretisini daha da geliştirerek, onun özündeki özgürlükçü, barışçıl, eşitlik ve paylaşımcılık  temeli üzerinde kurduğu Alamut devleti 167 yıl sürmüştür. Pamir’den, Güneydoğu Akdeniz kıyılarına-Filistin’e kadar uzanan geniş Ortadoğu cağrafyası içinde 300’e ulaştığı bildirilen, baş Dai’lerin yönetiminde bulunan ortaklaşa çalışıp kazanarak, ortak kazanda aş yenilen ve özel mülkiyetin olmadığı Kale yerleşim birimleri Dar ül Hicra’ lardan (sözcük anlamı “Göçmenler evi, göçmenler yurdu”) oluşan bir devletti. Alamut Nizari İsmaili devleti tam anlamıyla bir Sosyalistik Federe Cumhuriyeti idi. Dar ül Hicra’lar, çok iyi hiyerarşik bir yapılanma içinde örgütlenmiş, İsmaili Dava’sını yayan görevli Dai’ ler ( çağıran, davet eden), Dava’yı açık ve gizli düşmanlara karşı savunmada canını vermekten asla çekinmeyen Fedai’ler aracılığıyla uygulanan  çok güçlü ve geniş propaganda-iletişim-savunma ağıyla Alamut’a bağlıydı. Kale yöneticisi baş Dai’ler, diğer adıyla muhteşim’lerin kendi bölgelerinde, Dava’ya bağlı kalmak Hüccet (İmamın vekili, tanığı) aracılığıyla Zamanın İmamı’ından gelen buyrukların dışına  çıkmamak koşuluyla hareket özgürlükleri oldukça geniş ve bağımsızdılar. Bunun en tanınmış örneği, bir sonraki kuşak içinde neredeyse Hasan Sabbah kadar ün kazanan 33-34 yıl kadar yöneticilik yapmış Suriye baş Dai’si  Raşudiddin Sinan’dır (1160-1193/4).

İslam dinini ve kutsal kitabını kendi iktidar çıkarlarına uygun biçimde yorumlayarak baskıcı yönetimlerini sürdüren Sünni Bağdad Halifeleri, onların kılıcı olmayı kabul etmiş Selçuklu Sultanları ve diğer prenslere karşı ölümüne direnerek, düşünce ve inançlarını yaymak, dünyayı değiştirmek ve dünyayı gerçek adalet ve eşitlik içinde, nimetlerini hakça paylaşarak, yaşanılır kılmak savaşımı veren bir yönetim olarak dünya sahnesinde çok onurlu bir yeri vardır Alamut Nizari İsmaili Devleti ve onun kurucusu Hasan Sabbah’ın.Batıni inancın önderleri olarak İsmaili İmamları, Dai’lik görevi üstlenmiş büyük düşünür, tarihçi ve ozanlarıyla Alamut dönemi ve sonrası  Nizari İsmaili Alevilerinin tarihi, Ortodoksizme aykırı  gelişen özgür düşünce, felsefe ve batıni inancı, insan emeğini ve toplumsal mücadeleyi içinde barındıran Heterodoks İslam tarihidir. Kendisini 21.yüzyılın çağdaş insanı gören yazar ve tarihçi, hangi din, inanç ve (siyasal) düşünceden, hangi milliyetten olursa olsun, bu onurlu tarihi çarpıtmadan algılayıp değerlendirmeli ve o dönemlerde yaşamış karşıt inanç ve görüşte, hatta düşman olan yazarların gözüyle bakmayı terketmelidir.

İsmaililerin tarihini çirkin karaçalmalarla sunan, İsmaili batıni inanç öğretilerini sapkınlık, yoldan çıkma olarak gösteren ve devlet örgütlenmesini  assassins (katiller) kavramı üzerine kurgulayan görüş ve düşüncelerin sahibi, Alamut çağdaşı yazar ve tarihçilerin bunu hangi amaçla yaptıkları ve kimlerin  hizmetinde bulunduklarına ilişkin bir kaç önemli isimle dikkat çekmek istiyoruz.

Alamut İsmaililiğinin inançsal ve felsefi temeli olan “Talimiye” öğretisi, yani Batınilik, Hasan Sabbah’ın kitaplarıyla Bağdat’ta yayılmaya, büyük evlere, aydın çevreye girmeye başlamıştı. Akıl ve felsefenin karşısında olan ortodoks din bilgini Abu Hamid Muhammed el-Gazali(1058-1111) olayı şöyle anlatmaktadır:

“Talimiye sapkınlığı ortaya çıkmıştı; herkes bu öğreti hakkında konuşuyordu. Zaten benim de onların kitaplarının içinde neler bulunduğu ve görüşleri hakkında inceleme yapmak aklımdaydı. Müminlerin efendisi Halife’den (Mustazhir 1094-1118, İ.K.), onların dinsel sisteminin gerçekte ne olduğunu gösteren bir kitap yazarak onları reddetme buyruğunu alınca işe giriştim…Böylece onların görüşlerinin yalan olduğunu al-Mustazhiri kitabımda yazdım.” (Montgomary Watt, The Faith and Practice of Al-Ghazali, Oneworld Oxford Reprinted, 2000, s.45, 54)

Görüldüğü gibi, üstelik kitaba Halife kendi adını vermiştir. Burada Gazali’nin tutum ve davranışı yorum gerektirmeyecek kadar açıktır; o, Alamut’u ortadan kaldırmaya çalışan en büyük düşmanının hizmetindedir. Ve Gazali’nin Halife’in buyruğuyla yazdığı “Batıniliğe Reddiye”, bu gün ilahiyatçılarımızın ve İslam tarihçilerinin başucu kaynak kitabıdır.

İsmailileri anlatan en eski kaynaklardan biri, fakat  çok acımasız bir İsmaili karşıtı olan Ata Malik Cuveyni’nin (1228-1283) tarihidir. Gerçek İsmaili inançve geleneklerini çarpıtmaktan sorumlu olan odur. Bu Mogol tarihçisi, yakın bölgeden (Kazvinli) bir Sünni olarak İsmailileri dinsiz-kafir, sapkın sayan katledilmeleri gerektiğine inanan bir anlayış içinde Mogol’lara Alamut kalesinin yakılıp yıkılmasını öğütleyen ve yolgösteren kişidir. 200 000 cilt kitabın bulunduğu bilinen büyük Alamut kitaplığında aylarca inceleme yapıp, bunlar Şeriata aykırı, din düşmanlarının kitaplarıdır diyerek yakılmalarını istemiştir. Çeşitli Kuran ve Tefsir kitapları dahil, işine yarayanlara da el koyarak onlardan edindiği bilgiler sayesinde Dünya Tarihi’ni(Cihanguşa) yazmıştır. Onun yüzünden Alamut Devlet arşivi, kitaplığı ve İsmaili Dai’lerinin yetiştiği Medreseler, Fedayin’in eğitilip yetiştirildiği eğitim-öğretim kurumları yakılıp yerle bir edilmiştir. Ama ne yazık ki, pek çok tarihçi ve araştırmacılar Cuveyni tarafından tasarlanmış hikayeleri,  onun İsmaililere karşı düşmanca tutum ve davranışlarını yakından incelemedikleri için ürküntü duymadan benimsiyorlar. W.İvanow (1886-1970) haklı olarak, Alamut and Lamasar (Tahran, 1960, s.26) kitabında, “Cuveyni’nin yazdıklarından tam anlamıyla tatmin olup, son derece cahilliklerini gösteren bilginler vardır” diye yazmaktadır.

Marco Polo, Alamut’un yıkılmasından 16 yıl sonra 1273’te bölgeden geçmiştir. Kazvin’de konakladığı bilinmektedir. Ama o, ne kırımdan kurtulup yeraltına çekilen İsmaililerden bir kimseyle konuşmuş ne de hala kapkara kül ve kömür kaplı bir yangın yeri olan, deyim yerindeyse henüz dumanı tüten Alamut kalesini gezmiştir. O yalnızca Kazvinlilerin, kendileri için gizemli ve inançsız sapkınların oturduğu bir yer olan Alamut hakkında kafalarında yaratıp kurguladıkları masalları dinlemiş ve kendi hayal gücünü de kullanarak yüzyıllarca Avrupa’da anlatılan Dağlı İhtiyar’ın (Hasan Sabbah’ın!) serüvenlerini ve uyuşturucu cennetini üretmiştir. Haçlı Seferlerinin misyoner kronikçileri (tarihyazıcıları) ise, görüp konuştukları İsmaili Dai’lerinin anlattıklarını değil, ortaçağ Avrupalısının gizemli Doğu hakkında duymak istedikleri olağanüstü öyküler ve masalları yazmışlardır.

Birkaç sözle de Fedayin (fedailer) örgütünün kurucusu olmasından dolayı Hasan Sabbah’ın terörist yetiştirdiği yönünde suçlanmasına dğinmek gerekiyor. Ne acıdır ki, terör filmleri senaryo metinlerinde Bernard Lewis gibi İslam tarihçilerinin Alamut ve Hasan Sabbah uzmanlığı bağlamında danışmanlık imzalarını görmekteyiz.

İsmaililer hakkındaki iddialardan biri, kendini kurban eden savaşçılar olan fidai’lerin özelliğidir; onların hançerleriyle terörizmi yaydıkları konuşulmaktadır. Haçlılar döneminde Batılılar Suriye İsmaililerini “Assassins”(katiller-suikastçılar) diye adlandırmışlardı. Daha sonra tüm İsmailileri kapsayan düşmanca bir adlandırma olarak yirminci yüzyılın başlarına kadar gelmiş. Ancak bu tanımlamaya kuşkuyla bakan gerçek bilimci ve tarih araştırmacıları tarafından İsmaililere ilişkin gerçek tarihsel bilgiler, inanç öğretileri  ve felsefesi ortaya çıkarılıp yayınlanmaya, tartışılmaya başladı. Ancak eski yanlış bilgiler, hiçbir gerçek yanı olmayan masalların anlatılması ve yorumlanması hep sürmektedir. Şimdi de Avrupalı tarihsel İsmaililiği, fedayin örgütünden dolayı “terrorism” kavramıyla birlikte kullanmaya ve Hasan Sabbah’ı da  “terrorism”in kurucusu görmeye başladı.

Gerçekte Hasan  Sabbah savaştan nefret ederdi.  Kendisini barıştan uzaklaştıracak ve sakin yaşamını bozacak karışıklıklardan hep kaçındı. Gereksiz yere kan dökülmesine itiraz etti, fakat ezeli batıni düşmanları onu savaş ateşinin içine ittiler. Ancak böylece büyük güçlerini göstererek, onu ele  geçirebileceklerini sandılar. Hasan Sabbah, kötülük ve zararlı tohumlar saçan, saldırıya hazırlanan bencil yöneticileri öldürmeye ve kötülüklere kaynaklık eden nedenleri ortadan kaldırmaya sık sık başvurdu. Onlardan bazılarını öldürtüp -ki bunlar gerekli ve adilceydi- halkları savaştan kurtardı. İsmaili fedaileri, yalnızca iktidarlarını artırmak için zulüm ve kırım yapan baskıcı yöneticilere, çevreye kin ve düşmanlık saçmayı sürdürenlere suikastlar düzenlemişlerdir.

Bosworth, “The Islamic Dynasties” (Islamic Survey,  series no.5, Edinburg, s.128) başlığını taşıyan makalesinde, “İsmaililer, hem Franklar hem de Sünni Müslümanlarla mücadele içerisinde çok dikkate  rol oynadılar. Ancak, doğrudan askeri eylemlerde bir kumandan olarak görev yapmış olan çok tanınmış kişilere suikastlar yapan İsmaililer nisbeten az sayıdaydı ” diye yazıyor.

İsmaili düşmanları, karşı konulmaz büyük güçleriyle birbiri ardısıra saldırılarda bulunuyorlardı. Bunun yanısıra ekinleri tahribederek, meyva ağaçlarını keserek ve başka yıkıcı yöntemler kullanarak İsmaililerin ekonomisine zarar verdiler. Bundan çıkan  genel resim gösteriyor ki, İsmaililer kendi üzerlerinde dolaşan tehlikeyi karşılamak için daha az sayıda idiler. Bundan ötürü, savunma amacı için bir savaş gerillası, ayaklanma ve karışıklık çıkartma ve bunları önleme yöntemi öğretilmiş savaşçılardan bir silahlı birlik fedayin yetiştirildiği anlaşılıyor. Ve yine kesin olarak anlaşılıyor ki fedailer terörist değil, fedailik olgusu da  terörizm değildir.  Bazı bilim adamları İsmaili mücadelesini bir devrim olarak görmekte haklı olmalarına rağmen,  kesin olan, onlarınki aynı zamanda bir hayatta kalma ve inancıyla birlikte varlığını sürdürme mücadelesiydi.

W.İvanow’un ( Alamut and Lamasar, s.21)  iki cümlesiyle bağalayalım:

“Doğru bir görüş açısıyla fedailik, savaş gerillasının yerel bir biçimiydi... Bazı bilgisiz, fakat iddalı bilim adamları tarafından yapıldığı gibi, fedailik (kavramı) içinde  Nizari İsmaili öğretisinin en tanınmış organik özelliğini görmek, kesinlikle namuslu olmayan bir tutumdur.”

Kitabımızda İsmaililik inanç ve öğretilerini, tanınmış Suriyeli İsmaili yazar ve araştırmacılarından Mustafa  Galib’in dediği gibi “politik ve sosyal görünümünden hareketle”, ancak tamamıyla  tarihsel bağlamda incelemeye çalıştık. Açıkça söylememiz gerekir ki, bu çalışma  sadece Alamut Nizari İsmaililiği’nin ortaya çıkışı, İsmaili İmam ve büyük Dai’lerinin –özellikle Hasan Sabbah’ın- inceleyip geliştirdiği İsmaili öğretileri, inançsal ve siyaset felsefeleriyle birlikte İmamlarının kutsal gölgesinde örgütlenmeleri ve devlet yapısı, büyüyüp yayılması, yıkılışı ve sonrası üzerinde kısa bir özettir. Çünkü, 20.yüzyılın başlarından beri İsmaililik üzerinde W. İvanow, Bernard Lewis, Henry Corbin, Mustafa Galib, Arif Tamir, G. S. Marshall  Hodgson,  Farhad Daftary gibi pekçok bilim adamı ve araştırmacılar  çeşitli dillerde yüzlerce ciltlik  kitaplar yazdılar. Nevar ki, Türkçemizde  bu konularda parmakla sayılacak kadar az çalışma bulunmaktadır.

Günümüz Nizari İsmaililiği,  Alamut geleneğinden kısmen saparak, eski Fatımi ortodoksizmine dönüş yapmış. Daha doğrusu, kendilerini İsmaili Şiiler olarak tanıtan Nizari İsmaili Dai'leri ve cemaat önderleri, Kuran İslamı ile tarihsel batıni felsefe ve öğretilerinin sentezi biçiminde bir yapılanmaya reforme etmiş görünüyorlar. Batıni Dai'leri  aracılığıyla taşınan öğretileri ve inanç kurumlarıyla Anadolu'da batıni Aleviliğin kökleşmesinde büyük çapta etkili olmuş Nizari İsmaililiği, bugün Şiiliğe biraz daha yakın durmakta ya da yayınlarında öyle görünmek zorunluğu duymaktalar.  Tam 22 ülkede yaşayan İsmaili inançlı halkları arasında bizzat araştırma yapma olanağımız olmadığı için, ancak dünyaya açımış  tanıtıcı yayınları yapan İsmaili resmi aydınlar çevresinin bize aktardığı bu bilgilerle yetinmek durumundayız. Gevşek şeriatla da olsa Şiiliğe yakınlaştırılması oranında, Anadolu’da yaşayan Alevilikden biraz daha uzağa  düşmektedirler. Ancak Kuran'ı ve dolayısıyla İslam dinini, Şeriat bağlamında dahi, Ortodoks İslamdan (Sünnilik ve Oniki İmamcı Şiilikten) çok farklı, daha akılcı ve  çağa uygun gerçeklikte yorumladıklarını açıkça  görmekteyiz.

Kitabımızda 12 Bölüm halinde incelemiş olduğumuz konu, her bölümü birer kitap olacak niteliktedir   ve  içinde ele alınıp işlenecek  birçok tezler bulunmaktadır. Umuyoruz  ki, akademisyenlerin dikkatini çeker ve bunlar lisans ya da doktora tezleri olarak işlenip, genişletilerek geliştirilmesi sağlanır. Artık ülkemizde, tarihçi ve din bilginlerinin İslam tarihini ve islami inançları, yalnızca ortodoks açıdan incelemenin yanlış olduğu bilincine varmış olduklarını düşünmek istiyoruz


İsmail Kaygusuz

Londra,  Ekim 2004