Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Makalât-ı Şeyh Sâfi

Malakat_sehsafi“Her Kim Bu Dünyada Tanrıyı Göremezse, Ahrette de Göremez”

Makalât-ı Şeyh Sâfi Bir Şii Propaganda Kitabı Değildir

Şeyh Safî’nin oğlu Şeyh Sadreddin’in çağdaşı
Seyyid İmadeddin Nesimi’den
birkaç dize

Hak teâlâ varlığı âdemdedir
Ev anundur ol bu evde demdedir...

Her ne yerde gökte var âdemde var
Her ne ki yılda ayda var âdemde var
Ne ki elde yüzde var kademde var
Bu sözü fehmetmeyen âdem davar


İlahiyat Profesörü, Diyanet İşlerinin önemli danışmanlarından ve din araştırmaları bilim kurulu üyelerinden Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun “Uluslararası Hacı Bektaş Bilgi Şöleni”nde bildiri olarak sunulmuş  bir yazısından söz etmeden geçemeyeceğiz. Profesör Kutlu bu bildirisinde Savfatu’s Safâ ve Şeyh Safi hakkında söylenen ve yazılanların dışında yeni bir şey söylemiyor. Dikkat çekmek istediği, bu yapıtın bir bölümü ya da tamamının Türkçeye çevrilirken, Anadolu’da Şiilik propagandası için kitabın tahrif edilerek Şiileştirildiği(!) iddiasıdır. Bunu da dolaylı olarak Alevi-Bektaşilerin Şeyh Safi adının ve onun tarikat kurallarının kullanıldığı Buyruk metinleri üzerinden açıklık getirmeye çalışıyor.
Kendisine göre Sünni-Şafii inanç anlayışı çerçevesinde yazılmış olan Safvatu’s Safâ’dan yararlanılmış, ama tahrif edilerek hazırlanan Buyruk metinleri birer Şii propaganda aracıdır. Tahrifatı da “bu müdahaleler, Şia’nın imamet konusuna ters düşen hususlarda yapıldığı anlaşılmaktadır” biçiminde açıklıyor.
Tuhaf olduğu kadar yanlış bir yaklaşımla şunları söylemektedir:

“Çünkü Safevî tekkesine ait Kızılbaş metinleri, XV. Asırdan itibaren Şiî unsurların sokulmasıyla Şiileştirilmeye çalışılmıştır. Örneğin Şeyh Safî’ye ait Makâlât ve Menâkıb adıyla bilinen eserler, çoğaltılırken müstensihler tarafından önemli tahrifatlara uğramıştır. İlk metni ortaya çıkarmadan, sonraki dönemlerde yazılmış bir yazma esas alındığında, Şiileştirilmiş bir metni Kızılbaş Aleviliğinin metni olarak göstermiş oluruz. Bu da Kızılbaş Aleviliğin Şiilik olarak gösterilmesiyle sonuçlanabilir.”

Birinci paragrafın birinci cümlesinde, yukarıda çelişkilerini gösterdiğimiz Abbaslı’nın görüşünü yineleyen Prof. Kutlu, ilginç bir biçimde Safvatu’s-Safâ’nın bir Kızılbaş Aleviliği’nin metni olduğunu söylüyor –ki doğrudur– ve bundan dolayı da 15. yüzyıldan itibaren de içine Şiilik öğeleri sokuşturulduğu, yani içeriğe müdahale edildiğini bazı örneklemelerle tartışıyor. Örneğin bizim yaklaşık bir yıldır üzerinde durduğumuz 247 Kayıt nolu Kemankeş elyazması, ona göre bu bağlamda “Şiileştirilmiş metindir.”
Savfatu’s Safa’nın çok tartışılmış inançsal niteliklerini/özelliklerini, kaleme alındığı dönemin siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarını irdeleyerek kısaca da olsa açıklamaya çalıştık. Asıl çalışma ve incelememizi yoğunlaştırdığımız Makalat-ı Şeyh Safi, yani Savfatu’s Safa’nın 4. Bab’ı, eserin yazılmasından sadece iki yıl sonra Türkçeleştirilmiştir.
Metnin Farsçası, biraz farklı biçimde, Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesinde 3099 numarada kayıtlı olan, 1490 tarihli Farsça nüshanın 92a ve 129b varakları arasında yer almaktadır. Çok daha sonraları istinsah edilmiş bu Safvatu’s Safa nüshasında, bizim incelediğimiz Türkçe metinde bulunmayan “Hûlafa-i Râşidin”in geçmesi; kocası İmam Ali ve oğulları Hasan ile Hüseyin’e asla dostluk göstermemiş olan Ayşe’nin Fatima ile birarada gösterilmesi doğal karşılanmalıdır. Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun düşündüğünün tam tersine, metni Sünnileştirmek amacıyla bunları ekleyenin, nüshanın müstensihi İbadullah Sunullah Efendi olmadığını kim söyleyebilir?
Metni Görmeden Ahkâm Kesmek Bilim Adamına Yakışmaz
Anlaşılıyor ki, Sayın Profesör ne Farsça nüshayı, ne de Kemankeş’in Makalat-ı Şeyh Safi yazmasını gerektiği biçimde dikkatini vererek incelemiştir. İkincisini hiç görmemiş olması da olasıdır; çünkü Türkçe metnin sonunda, ‘26 Rebiyülâhır 760 açık bir biçimde yazılıdır. Bu tarih 27 Mart 1359’u karşılar. Gerçekten bu elyazmasını görmüş olsaydı, metnin tarihini 100 yıl beriye, yani H: 968/M: 1460 yılına getirmezdi. Kısacası, ‘herkesi kör cahil, kendisini allâme sanan’ Profesör Kutlu, metnin tarihini yanlış okuyan birinin tuzağına düşmüştür.
Bizi üzen bir başka nokta, İslam mezhepleri tarihi profesörünün Bâtınilik ile Şiilik arasındaki farklılıkları bilmemesi ya da bilmek istememesidir. Makalat-ı Şeyh Safi’de geçen dogmatik şer’î kurallara karşıt bilgi ve davranışlarla birlikte, yoğun bâtıni söylem örnekleri ne Sünniliğe ne de Şiiliğe uyar ve ikisinin de şeriat anlayışına aykırıdır, bidâttır. Ama zamanın zorlayıcı yaşam koşullarında bunlar çoklukla zahiri ve zâhidlik örtüsü altında (takiye ile) verilmek durumunda kalınmıştır.
Makalat-ı Şeyh Safi’deki bu yoğun gayri-Sünni, bâtıni öğeleri ancak sıradan koyu Sünni inançlı bir vatandaş, ortodoks Caferî Şiilik olarak algılayıp, Şii propagandası sayabilir. Oysa bugünkü Caferîlik, Muhammed Bakır Maclisi’nin Şeyhülislam’lık ve ölümüne değin süren Molla Başı’lık yıllarında (1687–1693) bu yeni karakterine bürünmüştür. 10. yüzyılda İmamiye ya da İsna Aşariye (Oniki İmamcılık) mezhebi olarak kurumlaşmış Şiilik, İran’da ulemanın 17. yüzyılda usulî ve ekberi tartışmaları sonucunda, Usulîlik başarı kazanıp, yani en kısa tanımıyla icma-ı İslam kuralları da kabul edilerek, Ortodoks Caferîlik olarak tam anlamıyla resmileşip yaygınlaşmıştır.
Dememiz odur ki, Savfatu’s Safâ’nın yazıldığı (1357/58) ve Makalat-ı Şeyh Safi’nin Türkçe’ye çevrildiği (1359) dönemde koyu şeriatçı bir Caferî Şiilik mevcut değildi. Sonra şunu unutmayalım ki, Şiilikteki Ali, Ehlibeyt ve bunların soyundan gelen imamların kutsal sayılması; Ali’nin Muhammed peygamberin vasisi ve diğer halifelerden üstün olduğu ve Muhammed’in nübüvveti, Ali’nin ise velâyeti temsil ettiği inancı Batıniliğin tüm kollarında (Alevi-Bektaşilik, İsmaililik, vb.) varolmanın ötesinde içselleştirilmiştir. 14, 15 ve 16. yüzyıllarda Türkçeleştirilmiş Şeyh Safi’nin eserleri, bunlardan kaynaklanmış Buyruk metinlerinde bu öğelerin bulunmasına, Türkmenler arasında Şiilik propagandası gözüyle bakmak doğru olmaz, kasıtlıdır.
Gerçek Şiilik propagandası özellikle 17. yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu’ya gönderilen Buyruk’larda şeriat öğelerinin kendilerini hissettirmeye, daha doğrusu artırılmasıyla başladı. Ancak yine de Safevi soylu Şahların ikiyüzlü siyasetleri çerçevesinde, Anadolulu Kızılbaşları İran’dan tamamıyla uzaklaştırmamak için kitaptaki batıni öğelere de fazla dokunulmamıştır. Buna karşılık İran içlerinde Horasan’da Kızılbaş katliamı ve kovuşturmalar sürdürülmüştü. Bu yüzden Anadolu’ya geri gelemeyen büyük çapta Kızılbaş Türkmenler, İsmailî Alevilerle birleşerek yeraltına çekilmiş ve onlarla birlikte Ortodoks Caferî Şii takıyesi uygulamak zorunda kalmışlardır.
Ama asıl büyük tehlike Osmanlı’dan geldi: Anadolu’da yaşayan Kızılbaşları sistemli bir biçimde kırımdan geçirmesi bir yana, kitaplarını yasaklayarak inançlarına ilişkin bilgilerin kaynağını kesmekle kalmadı; kâtip mollalarının istinsah ettiği Alevi kitaplarına Hanefi şeriatı öğelerini sokarak Sünniliğin propagandasını yaptılar.
Bu tahrifatları, “geliştirilmiş, genişletilmiş ekler ve ilâveler” (!) olarak değerlendiren bilim adamları de bulunmakta. Bugün bunu, sözde çağdaş ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde teokratik bir yapılanma ve din işleri holdingi olan Diyanet Kurumu, 17 ve 18. yüzyıllardan kalma bu türden kâtip mollaların şeriat öğelerini sokup tahrif ederek istinsah ettiği kitapları “Alevi-Bektaşi Klasikleri” adı altında yayınlamaktadır. “Bu Sünniliğin propagandası değil midir?” diye sormak gerekiyor Prof Dr. Sönmez Kutlu’ya, çünkü bu kitapları seçen ve yayımlanmasına karar veren kurulun en önemli danışman üyelerinden biri kendisidir.
Tarihsel Alevi-Kızılbaş kaynaklarının Şiilik tahrifatı ve propagandası üzerine kaleme alınmış bu yazısında dahi çok tehlikeli iki gizli amaçta Sünnilik propagandası bulunmaktadır.
Kızılbaş Türkmenler Sünni İnançlıydılarsa(!)
Neden Kırıma Uğradılar?

Profesör Kutlu görünüşte yeni bir şey söylemek adına, doğruyu yanlışı birbirine katarak şöyle konuşuyor:

“Kızılbaşlık ve Bektaşilik, Şeyh Safî ve Hacı Bektaş Veli’nin öncülüğünde oluşturulmuş yazılı kaynaklar yoluyla kurumsallaşmıştır. Yazılı olarak Dedelerin elinde bulunan Kızılbaş Buyrukları ve yazılı olarak Bektaşi Dedelerinin elinde bulunan Makâlât ve Erkannameler olmaksızın sözlü kültüre dayalı bir Kızılbaşlık ve Bektaşiliğin varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir.”

Bir yandan makalenin tamamını Şeyh Safi’nin Sünniliğini ve onun görüş, inanç ve öğretilerini içeren eserlerinin tahrif edilerek Şiilik propagandası yapıldığın ispatlamaya ayıracak, ama öbür yandan aynı yazı içinde “Kızılbaşlık Şeyh Safi’nin öncülüğünde oluşturulmuş yazılı kaynaklar yoluyla kurumsallaşmıştır” diye kayıt düşeceksiniz. Bundan, bir çeşit mantık önermesiyle şu sonuca varılır: “Şeyh Safi bir Sünnidir; mademki Kızılbaşlığın öncülüğünü onun yazılı kaynakları kurumsallaştırmış, öyleyse Kızılbaşlık Sünniliktir ve bütün Kızılbaşlar da Sünnidir.” Yani Profesör Kutlu’ya göre; tarihte Kızılbaş denilen Türkmenler zaten Sünni’ydi, ama Safevi Şahları Şeyh Safi’nin yazılı kaynaklarına Şii öğeler sokarak Şiiliğin propagandasını yaptılar.
O zaman sormazlar mı; mademki Kızılbaşlık Sünnilikti, neden Osmanlı 16–17. yüzyıl boyunca onca kırımları yaptı, sel gibi Kızılbaş kanı akıttı?
Oysa bu gizli Sünnilik propagandası, aynı önermenin tersine çevrilmiş biçimiyle; Kızılbaşlık Sünnilikse, bütün Sünniler de Kızılbaştır sonucu çıkar. Bugün çıkıp Sünni toplumuna, “Siz hepiniz de Kızılbaşsınız!” demek cesaretini kim gösterebilir? Bir profesörün bilerek veya bilmeyerek bu tür mantıksal sonuçlara varabilecek sözler söylemesi yadırgatıcı olduğu kadar da tehlikelidir.
Ancak paragraftaki ikinci cümleyi bunları bilerek, ama çıkarılacak sonuçları düşünülmeden söylediği anlaşılıyor. Amacı “Kızılbaş Aleviliği” dediği Alevilik ile Bektaşiliği birbirinden ayırmak ve farklı inançmış gibi göstermektir. Bektaşiliği, Nakşibendîlik, Yesevilik, Kadirilik, Nurculuk vb., tarikatlarla birlikte kullanıp, tarikat düzeyine indirgeyerek, Diyanet İşleri Başkanı ve diğer yetkililerinin sıkça söylediklerini onaylıyor.
Önce şunu söyleyelim ki Alevilik tektir ve evrenseldir. Bazı dönemler toplumsal hareketler ve reformlar olarak ortaya çıkan Babek-Hurremilik, Karmatilik, İsmaililik, Babailik, Bektaşilik, Bedreddinilik, Kızılbaşlık Aleviliğin siyasal-toplumsal türevleridir. Aleviliğin özünde, İslam Peygamberi ailesinin, yani Ehlibeyt ve İmamların Tanrısal nuru taşıdıkları ve zamanın İmamı/Velisi olarak Tanrının bir mazharı olduğuna inanmak vardır. Tıpkı kandil, lamba, ampul, meşale gibi ışık veren bir aracın kendisi ışık olmadığı halde; ışıktan da ayrı olamayacağı ve ışığın da bu araçlar olmayınca çevreyi aydınlatamayacağı optik gerçekliğe benzetilmektedir Ali ve Ehlibeyt tanrısallığı. İnsan-ı kâmil mertebesine ulaşmış ve Enel Hak diyen büyük velilerin tanrılaşmasının da bu ışıksal bütünlüğe ermiş olduklarına inanmak vardır Alevilik-Bektaşilikte.
“Bektaşilik, diğer tarikatlar gibi bir tarikattır” diyen Diyanet’e karşı birkaç yıl önce yazmış olduğumuz yazıdan bir-iki paragrafı burada yinelemek yerinde olacaktır:

“Bektaşilik, Aleviliğin ilkelendirilmesi; ritüel kurumlaşma ve inançsal kuralların felsefi açınımıdır: Aleviliğin bizatihi kendisidir. Ne hikmetse, önce Alevilikten ayrı gördükleri Bektaşiliği, ayn-i Cem (Görgü Cemi) törenlerinden ötürü –Sünni tarikatlarındaki zikir ve raksla aynılaştırarak– bir Sünni tarikatı sayıyorlar; sonra bir bakıyorsunuz, sosyolojik gerçeği anımsayarak ‘Aleviliğin Bektaşilikten bağımsız olarak ele alınması mümkün değildir’ diyorlar. İşlerine nasıl geliyorsa kavramlarla öyle oynuyorlar.”
“Hayır, Alevilik-Bektaşilik bir tarikat değildir. Ayn-i Cem (Görgü Cemi) de, ne ‘Mevlevi Sema Ayini’ ne de sesli ya da sessiz ‘Nakşi Zikir Ayini’dir. Cem, Alevi inancının toplu tapınmasıdır; kadın erkek birlikte ve cemal cemale (yüz yüze) Tanrıya yapılan ibadettir... Alevilik-Bektaşilik bir yoldur; Tanrıya ulaştıran ve onunla Enel Hak mertebesinde birleştiren Hak-Muhammed-Ali yoludur. Bu tek yol, eğrisi kırığı olmayan ve dosdoğru yol diye tanımladıkları tarik-î müstakîm ve onun kapsamında bin bir sürektir. Alevilik, ‘bir Sünni tarikatı’ ya da ‘mezhep’ kavramlarıyla tanımlanamaz. Sünnilik ise, dört mezhebi kapsar ve İslam dininin baskın, egemen olan ortodoks bölümüdür.”

Prof. Sönmez Kutlu’nun makalesini okumaya başladığımızda, Alevi-Bektaşiliğin sadece sözel inanç kültürü olmadığı ve görüşlerinin temellendirildiği –bizim de sürekli vurguladığımız gibi– çok geniş yazılı kaynakları bulunduğu yönünde doğru görüşler belirtmesinden umutlanmıştık. Ama gördük ki bu yazı, Alevi-Bektaşi kaynaklarını hiç de dostça olmayan bir psikolojik davranış içerisinde inceleme ve irdelemedir; bir bilim adamının değil bir Sünni militanın düşüncesinin ürünüdür. Baştaki girişin dışında yazının tamamı Savfatu’s Safâ’nın 15, 16. ve sonraki yüzyıllarda istinsah edilen nüshalarındaki bazı değişiklik ve ekleri, birtakım yanlış örneklemelerle “Sünni metnin çarpıtılarak Şiilik propagandası yapıldığı” iddiasının sözde ispatına ayırmıştır.
Oysa incelemediğimiz 1359 tarihli metnin Sünni şeriatının değil, yarı örtülü (takiyeli) bâtıni bir metin olduğunu açıkça görüyor, gösteriyoruz. Şunu belirtelim ki, özellikle Şah İsmail (1501–24) ve oğlu Şah Tahmasb (1524–1576) dönemlerinde yapılan değişiklik ve eklemeler, Kızılbaş Safevi siyaseti çerçevesinde Savfatu’s Safâ’dan takiyenin kaldırılıp, eserin açık bir batıni-Kızılbaş metnine çevrilmesini sağlamış, metni gerçek kimliğine kavuşturmuştur.




[1] Bkz: www.sonmezkutlu.com “Tarihsel Süreçte Aleviliğin Yazılı Kaynaklarında Yapılan Metin Tahrifatı (Safvetu’s-Safâ’nın Türkçe Çevirileri Örneklemi Üzerinden)”

[2] Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, Alevilik Diyanet Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul, 2004, s. 3–21.