Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

HAZA KİTAB-I ABDAL MUSA

(Bu kitap Abdal Musa’nındır)

Esirgeyen bağışlayan Tanrının adıyla

Abdal Musa  Sultan (Kaddese Allahu sırrahu’l-aziz. Nevvere Allahu merkadehu:Tanrı aziz sırrını kutsasın. Tanrı mezarının nurlandırsın.) Vilayetnamesi

O sözü gizemler dolu,  gülcisi tuzlu(?), hoş gözlü ve güler yüzlü Horasanlı Sultan Hacı Bektaş Veli (Tanrı aziz sırrını kutsasın) (Hacı Bektaş Veliyi tanımlayan sözcükler Makalatın  başindaki tanımlayıcı sıfatlardır.)  bir gün avlusunda otururken, mübarek özünden kopup gelen şu sözleri söylemişti:

“Ey Erenler! Genceli’de  genç-yeni ay gibi doğdum. Adımı Abdal Musa çagirttim; isteyen S.2) gelsin orada beni bulsun.”

Hünkar Hacı Bektaş vefat edince, Abdal Musa  ortaya çikti.  Seyyid Hasan Gazioğlu Seyyid Musa anadan yetim kalmıştı. Genceli kentinin halkı inkarcı olup Abdal Musa’yı (selam-barış üzerine olsun)  sevmediler. Yüce Tanrı bu kentin başina öyle bir bela verdi ki, oturanları birer birer dağılıp gitmeye başladılar. Ögrendiler ki, Abdal Musa velayet (velilik) sahibidir; gitmeye niyet eden şehirlinin yolları üzerine çikip “oturalım, gitmeyin” dedi. Onlar ise, “biz sizin hatırınızı yıkmışız, artık burada-huzurda duramayız, başka bir yere gidelim” dediler. Bunun üzerine Abdal Musa Sultan  S.3) dedi ki:

“ Kanlı gömleğimi boyumca yudum; bir kez gelip bize haliniz ne demediniz ve münkir/inkarcı oldunuz. Bu nedenle Yüce Tanrı size kahredip, gökten üzerinize bela yağdırdı. yardım isteyip  ‘meded ya Abdal Musa’ diye (beni) çagirmadiniz. O zaman üzerinizden belayı kaldırmam zorunlu olurdu. Haydi şimdi her biriniz bir ile gidiniz.”

Abdal Musa Sultan da oradan, yaylaktan sahil boyuna indi ve orada bir tekke yaptırdı. O tekkeyi yaptıkları yerden bir kazan altın çikardilar. Abdal Musa Sultan,

“ bu malın yetimleri vardır, dedi, yiyene kan ve irin olur. Deniz S.4) kıyısında bir kafir gemisi vardır ve o malın varisleri de geminin içindedir. Gidip haber verin gelsin, mallarını alıp götürsünler.” Gönderdiği abdallar vardı gemiye, haber verdi. Geminin içinde bulunanlar sordular: “Bu nasıl kişidir?”

Abdallar dediler ki, “o Tanrı dostu (veliyullah) bir ademdir; velayet ve keramet ehlidir. O (kazan dolusu altın) sizindir, atalarınızdan kalmıştır dedi ve bizi haber vermeye gönderdi”.

Kafirler bu sözü iştince, ‘eğer bu kişi Tanrı dostu/Hakk Veli ise, biz vardığımızda şarabımız hazır ve domuz yavrusu pişmiş  S.5) ola’ diye içlerinden geçirdiler. Hemen o anda bu söz Abdal Musa Sultan’a ayan oldu ve bir abdalı ava çikardi. “domuz yavrusunden ak ya da kara ne bulursanız yakalayıp getirin” dedi. İki domuz yavrusu bulup getirdiler, bunları yüzüp ocağa koydular. Şarap getiririp götüren bir kafir gördüler, onun şarabını da alarak  hazır eylediler. Böylece kafirler gemiden geldiğinde (istediklerini) hazır buldular. Bildiler ki o gerçek veli, Tanrı dostudur. Abdal Musa Sultan buyurdu:

“Verin mallarını, alsın götürsünler!”

Tekkenin yanından akan suyun içine bir sandal getirdi ve kazanla malı içine koyup sandala bindiler. S.6) Sandal yürümedi. O kadar güç/çaba harcadıkları halde sandalı yürütemediler. Meğer, kazanı Abdal Musa’ya verelim, diye söz vermişler idi. Onu anımsayınca kazanı çikardilar ve sandal hemen hareket edip yola düştü.

Ondan sonra  mal/hazine bulunduğu Teke Beyi’ne bildirdiler. Teke Beyi dedi ki: “Ne hoş! Biz burada İslam padişahı iken bize vermedi; kafire niçin veriyor?” Bir kulunu gönderip, “o kimseyi alıp huzuruma getirin” dedi. Giden kul geri gelmedi. Yeniden bir kul daha gönderdi, o da geri dönmedi. Her gün iki üç tane kul göndermiş S.7) idi. Varanlar hemen Abdal Musa’ya derviş oluyorlardı. Bu şekilde yaz oluncaya dek tam beş yüz kul geldi ve gelen kullardan hiçbirirsi geri gitmedi. Hepsi Abdal Musa Sultan’ın  yanında toplanıp kaldılar. Teke Beyi de silahlanıp/yarağlanıp yaylağa çikti. Abdal Musa Sultan dahi Genceli’ye (yaylağa) gitti. Teke Beyi bu kez günde beş-on kul gönderir oldu. Derler ki,  Abdal Musa Sultan’ı getirmek için gönderdikleri kulun toplam sayısı sekiz yüz kadar oldu. Cümlesi de Abdal Musa’ya derviş olup yanında kaldılar. Hiçbiri gitmedi. Çevresinde bulunan köy S.8) halkı Teke Beyi’ne şikayette bulundu. Teke Beyi de köy halkına emir buyurdu; “ ev başina birer yük odun getirin, dedi, ateşe atalım. Eğer gerçek er ise, gelsin odu çignesin geçsin. Ben de ona inanayım”. Köy halkı ev başina birer  yük odun getirip, hepsini biraraya biriktirerek harman ettiler. Meğer Teke Beyi’nin yanında kalan tek sadık kulu bir vezir vardı. Vezir ona dedi “Sultanım siz buyurun, ben varıp aşigi  huzurunuza getireyim”. Geldi Abdal Musa Sultan’a seslendi:

“Çık dışarı aşik padişahın kapısına varalım, suçlusun!” S.9)

Abdal Musa Sultan ona sordu:

“Senin adın nedir?”

Vezir:

“Sana gerçek er diyorlar, ama adımı bile bilmezsin.”

Abdal Musa yineledi:

“Adını bize bağışla!”

Vezir söylendi:

“Benim adım Göde Yusuf’dur”

Abdal Musa Sultan öfkelenerek karşılık verdi:

“Senin adın Göde Yusuf ise, bana da Köselen Musa derler; senin gibi nice gurdenin (kurdun) kalagısını(??) sildim.”

Bunun üzerine Göde Yusuf da “inip bakayım, şu kişi ne kişidir” diyerek atından aşağı inerken, ayağı üzengiye takıldı. Koşmakta olan at onu sürükleyip helak eyledi.

Abdal Musa Sultan “hü!” dedi coşa geldi yanındaki tüm fukarasıyla birlikte. S.10) Abdal Musa Sultan kalktı ve “sizlerle şöyle oynayalım/işbölümü yapalım; kimi odun yedsin, kimi çayir biçsin. Ve dahi beni seven peşimden yürüsün!” dediği gibi, tüm dağlar taşlar ardınca koşup birlikte geldi. Genceli şehrini bastı altına aldı. O şehirde bir yaşlı kadın ve onun bir ineciği vardı. Kadın o ineğin südünü her zaman Abdal Musa Sultan’a getirirdi. Sadece onun evi kurtuldu, sağlam kaldı. Diğerlerinin hepsi alt üst oldu. Yanındaki yoksul abdallar “dağlar taşlar bile yürüdü Sultanım” dediler. Abdal Musa Sultan seslendi: “Dur dağım dur, senin yanında olsun bizim mezarımız!” S.11) Bunu söyleyince dağ durdu, ama taşlar durmadı; “geri geliyorlar” diye bağırdılar. Abdal Musa Sultan da “demek durmazsınız” deyip, kara çomagini bir kez  (yere) vurdu. Taşlar da sakinleşti. Kendisi fukarasıyla birlikte Teke Beyi’ne vardılar. Teke Beyi bir yüksek yerden onları seyrederdi. Hemen ona doğru yürüdüler. Tutalım dediler, durmadı kaçtı. Abdal Musa Sultan bütün fukarasıyla ateşin içine girdi, semah tuttu. Ateş söndü ve yerinde çayir bitti. Teke Beyi durmadı, ormandan ormana kaçtı. Sonra  çikti geldi ve “varayım çiplak ellerinden öpeyim; erin işi S.12) keremdir” dedi. Kalktı Abdal Musa Sultan’nın katına varmak için ona doğru yöneldi. Abdal Musa’ya onun geleceği malum oldu ve kullarına “Teke Bey’ini içinize koymayın; o size bey olamaz”dedi. Kendi kulları dahi gördüler ki beyleri geliyor; cümlesi bağırıp çagristilar ve dediler ki, “sen bizim beyimiz olamazsın, biz beyimizi bulduk”.

Teke  Beyi geldi ve yüzünü yere sürdü. “Biz kendimizi bilmezliğimizden (bunları) ettik Sultan’ım”dedi. Abdal Musa Sultan konuşmaya başlayıp dedi ki:

“Okun attık, yayın yastık. Atılan ok geri gelmez, başina silah eyle(at).”

Teke Beyi yalvardı:

“Hay Sultanım kıyma bana, ne dilersen S.13) dile benden.”

Abdal Musa Sultan :

“Ne dileyeyim  ki senden; dünyada dünyan, ahirette ahiretin yok.” Bunun üzerine Teke Beyi, “şimdiden geri bize yürümek yok” diyerek oğlu Halil Bey’e padişahlık emanetini ısmarladı. Abdal Musa Sultan uyardı:

“Bizim sağlığımızda onun (Halil Bey’in) üzerine hiç kimse gelmesin.”

Teke Beyi seher vaktinde kalkıp, başkente (Antalya kentine) doğru yola çikti. Abdal Musa Sultan namaz vaktinde çosa geldi. Gördü ki bir kara canavar yer kazıp çigrisip durmaktadır. Sultan, Kara Abdal’a “baltanı bile, getir” dedi. Derviş baltasıyla geldi. Kara canavarı gösterdi. “Öyle seğirt ki (yakalayasın) Teke Beyi’nin ruhudur o; evliyaya yetişecek, S.14) yetiştirmeyelim” dedi Abdal Musa Sultan. Kara Abdal Koğarak’da yetişip, onu tepeledi.Tam o sırada Teke Beyi, Döşeme  içinden Antalya’ya giderken ayakları sürçen attan yıkılınca, başi taşa çarpti ve öldü. Leşini Antalya’ya getirdiler. Oğlu babasının halini gördü. “Buna ne oldu?” diye sorunca, yanında olanlar durumu tek tek bildirdiler. “Abdal Musa gerçek er imiş. Böyle böyle oldu” dediler. Bunun üzerine Halil Bey “onun kendisi Er okuna uğramış. Şimdiden geri o (Abdal Musa) benim babam olsun” dedi. Hemen onca askerini çekti. Kalkıp Abdal Musa S.15) Sultan’a geldi ve onun elini öperek, “etti ise babam etti, benim suçum yoktur Sultan’ım” dedi. Abdal Musa Sultan “var otur aşağı, bizim sağlığımızda korkma sen oğul” dedi. Halil Bey düşündü; Abdal Musa Sultan oğluna vezir olmasa beyliğimi edemem, dedi. Padişah iken sultanı vezir eylediler.

Ondan sonra Abdal Musa Sultan kalkıp harekete geçerek dağa çikti. Rodos’a,  Rodoslu topluluğuna vardı, cemaatı (ziyaret) etti. Erenler’ine selam verdi.  Erzade Menteşa pazarında, S.16) Ahmet Dudu gelip üç kez selamını aldı. Dükkanında nesi var ise devşirip evine vardı. Değirmene zahire gönderdi ve “ögütün onu, tez ekmek pişirin eve adam gelmektedir” dedi. Bunu Abdal Musa  anladı ve durduğu yerden bir taş aldı; “erenler birer taş alalım” dedi. Sekiz yüz abdal (birer taş) getirdiler. Üç çatal(lı) bir ağaçla birlikte koştu gittiler. Bunun üzerine Ahmet evinde yemek ısmarladı. Hazırlığını yapıp kendisi (onları) karşilamaya çikti. Dediler ki, “ Ahmet divane oldu, gözleyin bakalım nereye gider?” Ahmed’in gittiği S.17) yandaki yola baktılar ki sonsuz (sayıda) adam geliyor. Vardı Ahmed bunların elini öptü, önüne düştü. Geldiler evinin önüne ve Abdal Musa Sultan elindeki taşi yere bıraktı. O üç çatal(lı) ağaç dahi orada karar kıldı. Abdal Musa Sultan o ağacın dibinde oturdular.  Hep gelenler ellerindeki taşı yere bıraktılar.  Ondan sonra  yemek getirdiler. Abdal Musa Sultan, “yemek yiyelim gelin” dedi. Ahmet geldi yemek yediler. Abdal Musa,

“Ahmet siz Hocalığı tamam ettiniz, şimden geri adın Hoca Ahmet olsun, dedi. Şu arayı Tekke ve mutfak yap. S.18) Senin nasibin ayağına gelsin”.  O arada Abdal Musa Sultan kalktı. Oğul veren arılar (bars) çama kondu. Adamın biri bir kısrağı yederek gitmekteydi. Abdal Musa Sultan  sordu:

“Nereye gidersin?”

Adam yanıtladı:

“Şu kısrağı aygıra çektirmege iletirim.”

Abdal Musa Sultan:

“Aygır sahibine vereceğini bize ver; sana gülbenk edelim, muradın hasıl olsun.”

Arkasından Abdal Musa  Sultan gülbenk eyledi ve “var git şimdi, hacetin kabul oldu. Taycağımızı bana sakla” dedi. Meğer onun at sahibine vereceği sadece bir yağlı çörek idi.

Bir saatten sonra bir kafir geldi S.19), selam verdi. “Getirin kafir şarabından içelim” dedi Abdal Musa Sultan. Kafir “bu sana yaramaz Sultanım” dedi. Abdal Musa Sultan üç kez “getirin!” diye seslendi ve sonunda Abdallara “getirin şu şarabı içelim” dedi.Abdallar kalkıp şarabı getirdiler, kafircik de onlarla birlikte geldi yanına oturdu. Kadehini eline aldı ve Abdal Musa Sultan abdallara “getirin keşküllerinizi” dedi. Abdallar keşküllerini getirdiler. Tulumdan şarabı sıka sıka çikardilar. Gördüler ki, tulumdan şarap yerine bal çikiyor; şarap bal olmuş. Kafir, “behey abdallar dedi, ben buna kendi ellerimle şarap doldurmuştum. Siz bunu bal eylediniz.” Abdalın birisi S.20) “kişi aç gözünü, bunlar gayb erenleridir” dedi. Kafir sordu: “Dininiz ne dindir?” Abdal Musa Sultan, “dinimiz Muhammed dinidir, imam getir Kafir” dedi. Kafir iman getirip müslüman oldu. Balı çörek ile yedi kalktılar. Üç kez semah tuttular. Abdal Musa Sultan “bu çamin kabuğu her derde derman olsun” dedi. Sonra oradan göçüp gittiler. İncirli Eve yetiştiler. Öte ucunda Devletlü Veli Dede bina yapar idi. Bir ağacı kısa geldi, yetişmedi. Onun üzerinde çalisirlar idi. Abdal Musa Sultan yaklaşip selam verdi. Dediler ki “sizin de beyiniz S.21) var mı? Biz de bilelim; eğer bu gelen askerin begi var ise, bu kısa dögeri çeksin uzatsın”. Abdal Musa Sultan, “bir papuççununki kadar gayretiniz yok mudur? Papuççu bir gönü çeke çeke uzatır, başka biçime sokar. İşte şöyle” deyip yapıştı ağacı çektiler. Ağaç aslında ne kadar ise, o kadar daha uzattı. Oradakilerin cümlesi eline ayağına düştüler ve “Sultanım ne istersen verelim” dediler. Abdal Musa Sultan da “hemen bize incir getirin” S.22) dedi. Onlar vardılar incir getirdiler, döktüler orta yere. Sanırsınız bir Hac oldu. Üsüstüler başina inciri yediler. Abdal Musa Sultan su istedi. Meğer onların suları uzaktan gelir idi. O (evin) sahibi yalvardı; “Devletlü geldin yetiştin el-hamdilullah, bize su da himmet eyle efendim.” Diğerleri de “suyumuz uzaktan gelir” dediler. Abdal Musa Sultan yumruğunu yere vurdu. O yerden bir  güzel su çikti, içtiler kalktılar, gittiler. Bu arada onlar incirin degnesini(tanesini) toplayıp saydılar, tam sekiz yüz tane çikti. Abdal Musa Sultan denizden çomağını aldı. Yine seher vaktinde eve S.23) geldi indiler. Yanına bir kaç abdal aldı, vardı bir taştan iki testi çikardi. Meydana getirdi. Birisini oğluna, diğerini Kızıl Deli Sultan’a verdi. Kırk nefer de abdal verdi ve buyurdu:

“Hacı Bektaş Hünkar’ın üzerine türbesini, Tekkesini, fırınını ve mutfağını yapın. Dairesini uzaktan avluya alın. İçine bahçe dikin. Her ağaç yemiş verinceye kadar durun, kulluk eylen. Her ağaç yemiş verdikte, her birinden alıp getirin, meydana dökün. Meydanda toplanmak gerekir. Abdallar dahi size cevap verseler (itiraz etseler)  gerektir. O sözlere bakmayın.. Deyin ki, S. 24) ‘Hünkar olup geldiğim vakit üç nesne emanet koymuştuk; size versinler, alıp gelin..”

Ama emanetin yerini bulamadılar, Sultan’a abdal göndediler. Geldi “Sultan’ım dedi, sizin buyurduğunuz emanetlerin yerini bilmediler. Yine bizi size saldılar. Neredeyse deyiveriniz”. Abdal Musa Sultan açıkladı:

“Bir un anbarındadır; o bir sarı alemdir. Birisi mermer çiragdir(curak); Hacı Bektaş Hünkar’ın önünde yanmıştı. Birisi yeşil fermandır; o da Sarı İsmail’dedir, el uzata (yardımcı ola)” Abdal gelinceye kadar  Sarı İsmail dünyadan göçtü, defnettiler. (Abdal), mezarın S.25) tenha olduğu bir zamanda üzerine vardı ve ona çigirdi: “Ya Sultan Sarı İsmail, benim hizmetim de Hünkar’a geçti. Yeşil Fermanı senden istediler, ne buyurursun?” Bunları dedikte, Sarı İsmail kabrin içinden ışıklanmış-nurlanmış (yed-i Beyza) bir eliyle sunuverdi. Abdal aldı, Allahaısmarladık deyip geldi. Hacı (Bektaş) evinde Kızıl Deli Sultan’a yeşil fermanı verdi. Sonuçta mermer Curağı ve Sarı Alemi verdiler. Kızıl Deli Sultan Hazretlerine emanetleri teslim eyledi.

Ondan sonra Abdal Musa Sultan kalktı, deniz  kıyısına indi ve dedi ki : “Buraya asker geliyor, karıncıkları açtır, bir av bile sunmadılar. S. 26) Karıncıklarını doyuralım. Bir saat sonra denizden bir gemi göründü. Kıyıya varınca, “Hey burada yalnız abdallar var” dediler. Gemiden çikanlar abdalların yanına gelip, “ey abdallar siz burada ne ararsınız?” diye sordular. Abdallar da “burada bir gerçek Er vardır, dediler;  sizi beklemektedir, sizin için yemek hazırladı.” Onlar da sürüp Er’in yanına geldiler. Ocakta Er’in haranisini gördiler ve onlara içinde pişen yemek az göründü. “Hey Sultan’ım, dediler, bu yemek sizin askere mi bizim askere mi yeter?” Abdal Musa Sultan S.27) kalkıp aş kazanının yanına vardı, kepçeyi eline aldı. “Haydi abdallar şimdi yemeği ülestirin” dedi. Gemiden çikanlar tamam kırk bin erdi. Abdallar yemeği ülestirdiler ve yetişmeyenine yeniden verdiler. Yemek cümlesine yetişti. Karınları doyduktan sonra önlerinde yığılı kaldı. “Yeter Sultan’ım” dediler. Abdal Musa Sultan kepçeyi aş kazanı haraninin üzerine koydu, geri çekildi. Abdallar gördüler ki, aş kazanı yine önceki gibi dolu durmaktadır, hiç eksilmemiş. Abdalın birisi dedi ki, “hey gaziler niçin geri çekildiniz, gelin görün harani dolu durur. S.28) Siz ancak birimize yeter sanırdınız, ama hala dopdolu.” Gaziler/askerler  gelip baktılar. Anladılar ki bu er gerçek velidir. Gazi Umur Bey geldi ve dedi ki: “Şimdiden geri biz sana çagiririz; efendim himmet eyle!” Abdal Musa Sultan “bir börk getirin, dedi, Umur Bey’e giydirelim”. Bir kızıl börk getirdiler, Umur Bey’in başina giydirdiler. “Ey gaziler şimdiden geri  buna Gazi Umur Bey deyiniz, dedi; varsın bu Bey de Gazi olsun ayri. Şimdiden sonra biz gazilik vereceğiz.” Gazi Umur Bey, “bize bir de yadigar verin Sultan’ım” dedi. S.29)  Sultan “Kızıl Deli’yi size verdik, alın gidin”dedi. Bu gaziler kalktılar “gider misin Baba?” diye sordular. Kızıl Deli Sultan işaretle “giderim” dedi. Abdal Musa Sultan onu çagirip bir tahta kılıç sundu. Kızıl Deli Sultan aldı, öptü başina koydu, ondan sonra yürüdüler. Abdal Musa Sultan ardlarından seslendi: “Şimdi başka yere gitmeyin,  doğru Boğazhisarı’na varın. Üzerine düşüp çok gayret eder, çalisirsaniz (orayı) alırsınız. Boğazhisarı’nı aldıktan sonra Rumeli’ni size verdim. Önünüzde kimse durmasın!.”

Bir gün Abdal Musa Sultan sabahleyin S.30) durdu “abdallar dedi, size bir kişi gelir, gafil olmayın”. Abdallar sordu: “Nasıl edelim Sultan’ım?”  Abdal Musa Sultan açıkladı: “Öyle bir kuvvetli ateş yakın ki Tekke tam anlamıyla ısınsın. Mutfağın ocağını da tutuşturun, kır koyusu dumanlar çiksin. Suyu sık sık ülestiren, Car-i kuz (maşrapa, su kabı) çekin, her erkanınız tamam olsun. O gelen adama sofra döşeyiniz.”

Birer birer çevreye baktılar, gözetlediler. Akşama yakın bir kişi geldi. Abdallara dedi ki, “abdallar şimdi sizinle üç gün üç gece yemek yiyelim, oturalım.” O gün yemek gelmedi. Her sabah fırına, mutfağa bakarlardı ekmek yemek gelsin diye.Üç gün bu hal üzere yemek gelmedi. S.31) Dördüncü gün oldu bu konuk acıktı. Birbirine danışıp, konuştular. “Buna gerçek Veli diye geldik. Öyleyse her dilden anlar. Ona Farisi dilince söyleyem” dedi konuk. Dediler ki, “söyle görelim n’ola?” O da Acem dilince dile geldi:

Ateş germ ab bisiyar nan nist

Havş-i Abdal Musa est

(Ateş sıcak, su bol ama ekmek yok;

İşte Abdal Musa avlusu!)

Abdal Musa Sultan onun dilince yanıt verdi:

Ez miyan-i der meyan hezar eşrefi

Pür hadd-i Abdal kef est

(Ortada bin (eşrefi) altın var, oysa  Abdalın tüm değeri köpükten ibarettir ya da Abdal Kefin bütün değeri cebindeki bin altından ibarettir)

Abdal Kef’in kan/can başına sıçradı. Duraladı. Vardı çikti, altınları bir tahta oymanın?(tersiyin)  içine koydu, geldi. “Altın yoktur” dedi.Abdal Musa S.32) Sultan “abdallar varın yoku yoka ?(boku boka)katdı “dedi. Öyle deyince, Acem hemen kalkıp altını getirdi ve “İşte Sultan’ım artık yoktur” dedi. Abdal Musa Sultan “varın abdallar bunu hep nimete/yiyeceğe verin, dedi. Parasından ortada hiçbir şey kalmasın” Abdallar vardılar, paranın hepsini pirince yağa verdiler. Bir günde yedi kez yemek pişirdiler, zerde pişirdiler. Abdal Kefi zerdenin balı ve yağından meraklandı, üzüldü. Aşçi “ne merak edersin? Bunda bir hikmet vardır; efendimize götürelim, görelim ne buyurur”dedi. Abdal Musa Sultan dedi “ne gam, S.33)gidin Halakpınarı’ndan bal, şu pınardan da yağ alıp yemekleri pişirin.” Yemek pişirdiler, yediler. Sofra kalktıktan sonra Abdal Musa Sultan sordu: “Pınardan su hep bal yağ olup akar mı?” “Akarlar Sultan’ım” dediler oradakiler. O da “gelin biz de varalım görelim” dedi. Kalktılar hepsi pınarın üstüne vardılar. Bu kez Abdal Musa Sultan dedi ki, “yine su alın”. Öyleki abdallar çagristilar: “Bırakın bal-yağ aksın Sultan’ım.” Abdal Musa Sultan, “şahine yuvası (uygun) olur illaki, dedi, bırakalım su aksın”. Abdallar da tınmadı, ama su akmaya başladı. S. 34)Baba Gaybi odundaydı. Dediler ki, “ Baba Gaybi, efendimiz şu pınarlardan bal ve yağ akıttı, sen göremedin.” Baba Gayb’a yemek verdiler yedi, yine oduna gitti. Giderken bunu göremediği için gussalandı, üzüldü. Kendikendine “efendim, sen (sadece) söz müsün? Ben senin yüzüne bakmaya doymadım, senden hiç bir şey görmedim. Bana yakınındaki hizmetlerini göster. Beni her sabah uzaklara salarsın, senin didarından ayrı düşüyorum ” diye konuşarak serzenişte bulundu. Gaybi odundan geldiğinde, Abdal Musa Sultan, “Gayb’e kadar gidin, bizden iyisine hizmet eylesin” haberini gönderdi. Abdal geldi Gayb’e bunu söyledi, Gaybi çok  üzüldü ve dedi S. 35) “şurada ben bir padişah oğluydum. Geldim kendisine kulluk eyledim; er-hak evliya bildim. Ben ondan yüz döndürsem, çoktan yüz çevirirdim. Elimden ne gelir?  Koyup gitmek de olmaz, uzaklaşmak da nazarından. Yanalım bari akşam olunca” diyerek kendisini gündüzün bacadan ocağın içine attı. Tam ocağa düşeceği vakit, Abdal Musa Sultan “tutun şu Gaybi’yi” dedi. Abdallar onu tutup yine kapıdan bıraktı, kovdular. Baba Gaybi, “elimizden ne gelir? Eşiğe yaslanalım bari”dedi. Abdalların hepsi birden uykuya dalınca Baba Kaygusuz eşiğe yaslandı. Abdal Musa S.36) Sultan kalktı dışarı çikti. Ayağını Gaybi’nin üzerine bastı. Gaybi tınmadı. “Kimdir şu?” dedi. Gaybi “Lebbeyk (buyur) Sultan’ım kulun Gaybi’dir”dedi. Abdal Musa Sultan “aldın mı kaygusuzum? Aldın,  kaygusuzam aldın” dedi ve eline yapışıp içeri getirdi. Namaz vakti Abdal Musa Sultan dışarı çikti üç kere çagirdi: “Varın gelin, nasib isteyin!” Hemen Abdal Kafi seğirtti “medet Sultan’ım, himmet eyle” dedi. Abdal Musa Sultan “yürü sana öncesi ve sonrasıyla Luteniyayi verdim” dedi. Kara A(ı)şik baba geldi; S. 37) “yürü sana Egridir’i verdim”, Tahtalı Baba geldi; “yürü sana Tahtalı Dağı’nı verdim” diyerek herkim geldiyse nasibini verdi. Sözün kısası  o gün kırk abdala nasip verdi.

Oradan geldi Abdal Musa Sultan oturdu, eliyle ocağı karıştırdı. Abdal Kafi sordu “Sultan’ımızın eli yanmaz mı?” Abdal Musa Sultan yanıtladı: “Abdallarız, Fita(h)larız, Uryanlarız!” Abdal Kefi bu kez de “acaba bu Sultan ne soydandır?” diye sordu. Abdallar ise “biz bu Sultan’ın ötesini sormayız. Sadece onun didarının aşikıyız” dediler. Abdallara bu vesile oldu  ve S.38) gönül evinde bunu öğrenmek istediler. Abdal Musa Sultan duydu ve şu (bilgiyi) verdi:

Kim ne bilür bizi biz ne sırdanuz
Ne bir zerre oddan ne hod sudanuz

Bizim hususumuz marifet söyler
Biz Horasan mülkindeki boydanuz

Yedi derya bizüm keşkülümüzde
Hacı'm umman oldı biz ol göldenüz

Hızır İlyas bizüm yoldaşimızdur
Ne zerrece günden ne hod aydanuz

S.39)Yedi tamu bize nevbahar oldı

Sekiz uçmak içindeki köydeniz


Musa durup biz münacaat eylerüz
Neslimiz sorarsan asıl Hoy'danız

[ bir beyit eksik]

Ali oldum adım oldı bahane
[ bir dize eksik]

 

Abdal Musa oldum geldim Cihane
Arif anlar bizi nice sırdanız

______________________________________________________________

 

HAZA PENDNAME- İ KAYGUSUZ

(Bu Kaygusuz’un Nasihatname’sidir)

Bun (kitab)a budalanın delili, aşikların defteri, doğruların-sadıkların gözlemi ve ateşin hayali derler. Çünkü akla sığmayan bilgilerdir ve geçim-kazanç düşüncesi ya da yaşam aklının tertibi bu yolda   lengerdir, yani yaşam gemisini durduran çapadır. Bu yaşam aklının tertibi/kazanç düşüncesi anadan gözsüz doğmuştur. S.40) Dünyada ve ahirette kördür. Sadece aklı maaşi kullanan, eğer yüz adet Kur’an ayeti okuyup anlamını versin, yine kara renkten gayrısını görmez. Gayri rengin varolduğunu bilmez ve deyiversen dahi inanmaz. Bilmeyen de ahmak ki, bu aklın eteğine yapışmış hak ister ve aklı arkadaş edinmiş, Güneş ışığını bulayım diye çalisirlar. Bu yaşam aklı sadece nesneyi bilmiştir. Bilmek işte budur deyip durmuştur. Bilmez ki, bu yerden ve gökten gayri bir yer ve gök dahi vardır. Ve orada türlü türlüdür varolan Sun ile Settar, yani yapıcı ile koruyucu/bağışlayıcı.  O yer ile göğün arasında iki S.41) direkli bir şehir vardır ki, oraya girmeyen Tanrının gizeminden bir nesne duymaz. Eğer bin yıl çalisirsa dahi, onun bal yemede nasibi olmaz. Bal bal demekle ağız tatlı olmaz. Akl-ı maaş (yaşam aklı) bilmez ki, ariflerin gecesi kadar gündüzü de bayramdır. Zira onun arkadaşi Hakk ola,  Cebrailin söylediğini ne eyler?  Gel şimdi sen dahi akl-ı maaşin işitmediği sözlerden, Cebrail ve anın görmediği yüzlerden nazar al. Bu yaşam aklı her zaman çaba harcar da arifler menziline yol bulamaz. Çünkü bu ilimde  sırrı bilinmez ve bu ahirete ilişkin akıl ve düşüncelerin(akl-ı mead) S. 42) ilmidir ki, bu Mantık ut Tayr(Kuşların söylevi)dır, değme kimseye kolay olmaz. Mantık ut Tayrı bilmez her rüzgar, ya Süleyman gerek yahut  Attar.İşte şimdi  bu ilmin ne demek olduğunu, gönül gözü açık olanlar ve arifler bilirler. Bu akl-ı maaş ancak zahir mimarlığını bilir, batın ilminden haberi yoktur. Eğer marifette Allah’tan haberdar olan gönül ehli ve kamiller sohbetine layık ederse, o zaman bu ilimden haberli olup, bilmediği ve işitmediği mertebeyi bilir ve Meydani’yi(?) anlar. İşte mest olmak, bir saat bilgin ve arifin sohbetine girip mest olmak, S.43) bin yıl kendi başina ibadet ve riyazet kılmaktan yeğdir. “Kavluhu Taala (Yüce Allah buyurur ki), ve İnne yevmen inde Rabbike ke elfi senetin mimma te’uddun (Muhakkak ki, Tanrının nezdinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir: Kuran, XXII, 47)” Ve Peygamber (Tanrının selamı üzerine olsun) buyurmuştur ki: “Cezbetun min cezabati’l Hakkı tuvazi ameli’s sakaleyn (Tanrının kula olan cezbesi iki cihan halkının amellerine denktir)” Bilgin ve arif sohbetine girmeyen bir kimsenin  isteklerine ermesi mümkün değildir. Ama çok kimseler dahi girdiler, bir yarar kazanamadılar.  Ya can-ı gönülden istekli olmadığından ya da fazla taklitçi olduklarından ötürüdür. Kişiye ata/baba taklidi büyük utançtır. Bu dünyadan mertler S.44) geçer, mert olmayanlar geçemez. Ve bu ilmi bilgeler bilir, cahil olan bilmez. Zira öte dünyalara ilişkin düşüncesi,  yani akl-ı meadı yok ki anlaya. Böyle bilgiler işittiği yok ki bilebilsin, ögrensin. Öyle başiboş kalır; irfan sahibi (arif) bir üstadi yok ki bile ve anlaya. Bu kere gözü gönlü kötülük ve kinle dolar, çaresiz kalır. Kalır çünkü, çünkü ona göre bu halkın   davranışları ve sözleri küfürdür; az iken bunları kırmak gerek diye çalisir. Ama önce halkın çogu öyle sanır ki, kırmakla Hakk erleri tüketilir. Sonra anlar ki yardımcısı Hakk olmazsa, mahluk yani yaratılmış ona nasıl çare olabilir?

 

Eğer onlardan S.45) birini  amcam oğlu ederse, ben dahi özümden demezim ki, (onun) gönlü kin ve kötülükle dolmuş. Kiminle eğlendin derim? Oğlunu doyuran ağanın ulu babası Hızır’dan böyle işittim. “ Kabul ederse ne hoş, etmezse, amcam oğlu kendisi kabul eder” dedi Meydani ve sürdürdü:

 

“Öyleyse şimdi Tanrı hakkı için da’vam odur ki, gözüm ile gördüm, gönlüm ile inandım; görmediğim ve bilmediğim yerden haber vermem, elim ermediği yere el uzatmam. Sözümün geçtiği yere de söz demem. Gördüğümü görmüş, nişan verdiğime ermişimdir. Övüste tanığım S.46) o kişi(den)dir ve benim istediğim odur. Bu yolda bana o yoldaş ola; söylediğimi o anlaya ve onun söylediklerini ben anlayayım. Ben dahi  güç sorunlarımı ondan sorayım, onları çözerse teşekkür için canımı vereyim. Bilenden sormak ayıp değildir,  şükür için ka(rı)şin  sormaya. Çünkü dost bizim, söz dahi bizim; her dem dost yüzüne bakalım. Özümüz ile diyelim, işitelim yarenleri. Hakk yoluna düşüp, her an ab-ı hayat (ölümsüzlük suyu) içelim. Gerçek temizlik ve doğruluk,  sözünde durmak, ikrarına bağlı kalmaktır; yoldaş olalım, söyleyen ve işiten  bir(lik) olalım.

 

S.47)Azizim sözün aslı, sen seni bil demektir. Kendini gör bakalım, suret misin yoksa can

mısın? Ya da kul musun, sultan mısın?  Niçin sen seni bilmeyesin ki? Neden Melek-zade (melek oğlu) mekanı gülbahçesi iken, hamam külhanına razı olasın? Layık mıdır sana Sultan iken kul  ve can iken ten olasın? Eğer Sultan isen emin ol, eğer can isen temiz oyuncu (pak-baz) ol. Aslını gözle ve eğer ten isen, -ne yazık ki-toprağa gömüldüğünde, bir daha can olasın, ya da kul iken sultan olasın.  Şu halde şimdi bu cesareti sen seninle eyle ki, o zaman sen seni S. 48) bilesin. Zira kendisini bilene atası kanı helaldır, kendisini bilmeyene anasının südü haram ve cümle yediği boş ve yararsızdır. Nedenine gelince,  fırsatlar elde iken  ince-kibar (davranışları) yüz işaretini (gamz-ı nazenini) boşa harcadın ve yoldaşlarından  ayrı düştün; yanayakıla gezersin.. Çok çok önceden seni asıl yurdundan, doğduğun ülkeden gönderdiler. Ardından mektup geldi ve haberciler de haber verdi. İyi amel ile yurduna döndüğün zaman birlikte alıp gidesin ve sana habercilerin sözüyle hareket etmeyip yüz çevirdin diyeler. Dünyanın süsü seni aldatıp, gaflet ağacına sağlamca bağladı. Cümle (yaptığın) işi tamam sandığın için şaşkınlığa düştün. S. 49) O halde sen kendi bildiklerini (bir yana) koy da bir mürşid-i kamile eriş, arif ol. Bilge ve gönül ehli sohbetine gir ki, gönlünde hikmet ve marifet çesmeleri ortaya çıksın. Başkasının marazlarından emin olasın . Çünkü insanda gizli dert ve bela çoktur. Halkın sağ ve salim dediğine aldanma. Bencil ve şeytan sıfatlı olma. Niçin mi? Çünkü bu halk dünyanın ünü ve süsüne aldandığından, düzen ve hilesi onları mahrum bırakmıştır. Kendi canlarından haberleri yoktur, vade eriştiğinde sihir çubuguyla vurur; kimini eşek, kimini maymun, kimini sığır ve kimini hınzıra çevirir. Her birini bir surete dönüştürmüş S.50) olduğunu görürsün.

Keder ve üzüntü başına üsüsmüs şaşkın ve başiboş kalmış olan dahi bendeciğin bilmez olmuş. Çok pişman olur ama ne fayda? Yazık ama, çirkin suretten  kurtula, onu def’ede. Eynine ariflere/bilgeler yakışan giysiler giydirmiş ola. Kıyamet sabahı kabrinden doğrulunca yüzü ak, keder ve üzüntüsü yok ola, gözü Hakk’tan gayrisini görmeye. Meydani! Ey kardeşler, dostlar!  Sana diyorum; yani bilir misin Efendi, daha aydın(lık) bir haber söyliyeyim. Eğer anlamadınsa bu haberden anlayasın, zira burada bir gizli anlam vardır. Ama o ma’na gönülde yazılıdır, dile gelmez. Her kim gönüle yol bulursa, o ma’nayı açıp-anlayıp S.51) hakikatin adamlarından olur. Bu kere onun hükmü Kaf’tan Kaf’a, yani en uzak mesafelere dek geçer. Her nerde olsa dahi onunla birlikte olur. Çünkü sözün aslı gönüldür. Herkim gönül denizine yol bulursa, hangi  günde isterse dalıp onu çikarir. O zaman anlar ki, surete baktı, gaflete düşme ayıbını boynuna taktı ve tapınma hizmetini ateşte yaktı. Dumanı göklere çikti. Zira gönlü Hakk kendisi için yarattı. “Her kim beni isterse sınık gönüllerde bulsun”dedi. Her kim gönüle girmedi, istediğini orada bulmadı. Yarın o, cemaata dahi girip Padişah didarı göremez (yani Kıyamet günü Tanrının yüzünü göremez). Gafil olma, gönüle yol S.52)bulan kişiye kul olan şaşkın değildir. Eğer o seni kabul ederse daha ne devlet?  Şimdi o ki gönülden haberi olmaz, kamışı şekerden ayırmış olur. Ben ona ne diyeyim, ya o ne anlıya? Zira ögüdü ehline vermek uygundur. Ceylan göbeği sedefde gerektir demişler. Şimdi bilgisiz/cahil marifete Allah derse, tuzlu yere tohum ekmek gibi olur ve merkep boynuna cevahir taşi asmaya benzer. Ve de sığır önüne şeker dökmek gibidir. Ögüt inanana, devlet cahile mihnettir, eziyettir. Zira  isterse Allah deyip, Hakk tealanın askeri olur. Her kim eksik/kötü gönüle girerse, orada ne kadar nesne var ise S.53) sorup çıkartır. Muhanetleri er eder, erleri şir-i merd (korkusuz aslan) ve şir-i merdleri ferd eder. Ferdleri dert ehli eder, ehl-i dertlere şerbet verip paklaştırır saf eder. Bu kez, men dahele hukane aminen ila ahirihi (Oraya giren sonuna kadar emniyette olur: Kuran III, 97) altında delil olur ki, haklarında bu ayet inmiştir. Ve yine sonuna kadar (ila ahirihi) “keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duyarlar (la havfe aleyhim ve la hum yah zenun: Kur’an III. 170) […] Gel şimdi sen dahi gönü al, ailene ilm-i Rabbani (Tanrısal ilim) Kitabından  oku. Gönül göğünden doğan devlet/şans ayını ve mutluluk güneşini  gör, ta ki gözünden gaflet perdesi kalkıp, Hakk kitabı parlaya. Kara dikenden S.54) ak güller açıla. Vücudun karanlığından aydınlıklar(a) saçıla. Gönül sarayı aydınlana ve hırsızlar çekilip çika, meleklerle dola. Zira bu vücud bir mekandır ve sana kiraya verilmiştir; içinde oturup rençberlik edesin. O dükkanın içinde hazine vardır. Dükkan elinde iken o hazineyi bul, yoksa vade eriştiğinde seni dükkandan çikarirlar ve hazineyi bulup alırlar. Ardınca bakakalırsın  İşte vücut mülkü o zaman sana teslim edilmiş olur ki, Süleyman mührünü  nefsin  devi, bencillik şeytanının elinden kurtarıp emin olasın.  Yoksa hatemi, yani mühürü şeytanın eline verirsen S.55) Hüdaperest (Tanrıya tapan) iken, Devperest (Şeytana tapan) olursun. Örnegin bir kadın bir kimseye nikahlı olsa, bir başkası ile dahi nikahlanmaz. Yani insan dünyaya bağlı ise onda Hakk tasarrufu, Hakk ile birlikte olmaz. Amaç  budur ki,  talip benliği terketmeyince Hüdabin (Tanrı gören, görücü) olamaz. Sana diyorum kardeş, hem de açıkça diyeyim; bu kez anlıyasın herif misin, zarif misin, şerif misin? Gönlü külli çorgül(?), gönül gözü ile gör, gönül kulağı ile dinle, söyle!  Koy beni söyledene bak. Sakın kelle göz olma, dinle kabul eyle. Eğer sana kelle-kafa güzelliğini desem, gönlün halden hale döner, melul S.56)mahzun olursun. Neyliyeyim ki, senin senden haberin yok. Bu nazenin, zarif ömrü yele vermişsin, duz-i karın (dürüstlüğün?)  bu hale geçti. Kıyamet sabahı seni uykudan uyardıklarında, buradaki canı ve teni bulmazsa, o zaman vücudun mülkü elinden gider. Çarki felek o hisarı yıkar, suret ve mana elinden gider. Öyleyse neden elindeyken can mülkünden haber almıyorsun? Denizlerin tümü sende iken ve Cam-ı cem padişahı iken niçin dilenci olursun? Alemin canı ve maksudu, ulaşmak istediği sen iken neden ögrenci olursun? Eğer said, yani mutlu isen yokluk-hiçlik donun S.57) çıkarıp sana sonsuzluk  donu giydirirler. Eğer şaki, yolkesen haydut isen nur(ışık) donunu çikartip, nar(ateş) giysisini giydirirler. Dünyada ömrünü geçirdin, iş urbasını neye harcettin derler. Yanıt verdinse ne hoş, veremedin ise gel gör  ukabı (toz-dumanı?) neyliyeyim? Ama sen halinden haberdar değilsin; vücudun İskenderin aslanı olmuş, sana ögüt ipi kar etmez. Ne oldu sana? Sen dahi uyanık ol. Öbür dünyaya ilişkin akıl ve düşüncede yerini (akl-ı mead-ı makarrin) alıp, onu hasıl eyle (üret) dermanına kavuşasın. Kör ve arsız olma. Senin taptığın Tanrı değil puttur. (Tanrıya) varma arzusunu S.58) duyarsın ama gönlün Lat ve Menat (Kabe’deki iki put adı) ile dolmuştur; Ruhu’l Kudüs’ü (Kutsal Ruh) dahi ister, ama Deccal-ı Lain’den (lanetli yalancı Mesih) ayrılmaz. O zaman pişman olsan da fayda etmez.  Şimdi artık Ruhu’l Kudüs’ün manasını bilen  Sarf-ı Nahiv (Arapça gramer) lügatini neyler?Eğer şeker olsa  mısırı neylersin?  Eğer misk-i halis, yani ceylanın derisi altından çikarilan gerçek güzel koku sende varsa, Orta Asya’daki Hata ve Hatin illerine neden gideceksin?   Onlar ki gelenekten yetişip arif oldu, onların gecesi kadar gündüzü de bayram olmuştur. Onlar taklitçi iken arif, arif iken aşik ve aşik iken maşuk olur. Bundan ileri makam yoktur. Buna makam-ı Mahmut (en yüksek övgüye değer Muhammed’in şefaat makamı) derler ki, bunu arifler S.59) bilir ey Meydani! Ancak bundan maksat odur ki, Hakkı burada iken bulasın ve hakikat sende iken sen seni bil, Hakkı bul. Ebedi yar ararsan, kendinden başkası değildir. Aşik olur isen kendi cemaline aşik ol. Zira sana senden güzel baki yar yoktur. Sen mukaddes olan ruhundan ayrılma. Ruhun cesedi arzu eder, cesedin ruhuna aşiktır. Daima birbirini arzu ederler. Birbirinden türemiş, çikmistir. Lakin varlığın İskender seddi olup, ruhuna örtü yaparsın. Aslına-özüne ulaşirsın ki,  Fena’dan Beka’ya (yokluktan sonsuzluğa ya da bu geçici dünyadan kalıcı öbür dünyaya?) eresin. Sözün sonu, Cennet ehli olasın!

TAMAMLANDI, SONA ERDİ.

Not. 17.yüzyılda  kamış kalemle yazılmıştır. Arkasına eklenen yazıda verilen tarihlerden anlaşildığına göre Vilayetname ve Pendname metinleri 1630lu yıllara aittir. Olasılıkla Veli Baba Dergahında istinsah edilmiştir.

Ek soy kütüğü:

Atamızın aslı, atamızın atasının, atasının...aslı nereye çikar?  Onların künyesini açıklamaktadır.  H.1047(1638) senesi Veli Baba hayattadır:

Sultan Mehmed,

bin Nebi Efendi Çelebi,

bin Mehmed Çelebi-bin Bayraktar Süleyman Çelebi,

bin Ahmed Çelebi,

bin Kara Ahmed Çelebi,

Bin Kara Mehmed Çelebi,

bin Budala Ahmed Çelebi,

bin Deli Nebi Çelebi,

bin Latif Çelebi,

bin Hüseyin Çelebi,

bin Ahmed Çelebi- bin Nebi Çelebi,

bin Şayh Hasan Çelebi,

bin Şeyh Vilayet Çelebi (diğer adıyla) Diyari Hüseyin Şeyhoğlu,

bin Veli Baba Sultan bin Hüseyin Seyyid-i Sülale-i tahire-i (temiz soylu) Zeynelabidin.

Sene 1040 (1630-31)

Not. Asıl metinle farklı karakter ve (madeni) kalemle sonradan eklenmiş olan bu yazı, Veli Baba Sultan bin Hüseyinden yirminci yüzyılın  ikinci yarısına kadar Isparta Senirkentteki Veli Baba dergahı seyyidlerinin adlarını vermektedir