Oku, bilgilen, fikir sahibi ol; zihnin ve gönül dünyan zenginleşsin! Dr. Ismail Kaygusuz

Hacı Bektaş ve Said Emre

HACI BEKTAŞ VELİ'NİN MAKALAT'INI TÜRKÇELEŞTİREN SAİD EMRE

İsmail Kaygusuz

Adı Yunus Emre (1240/1-1320) ile birlikte geçen ve şiirleri birbirine karışmış, çağdaşı Said Emre hakkında pek az şey bilinir. Günümüze Said tapşırmasıyla ulaşan 19 şiiri bulunmaktadır. Şiirleri yayınlamış olan Abdülbaki Gölpınarlı onları, Prof. Dr. Ritter'in bulduğu ve 14. yüzyılda yazılmış en eski Yunus Emre Divanı olarak bilinen elyazması ve diğer bazı kaynaklardan toplamıştır. Bu divanda Yunus Emre'ye ait 98 şiire ek olarak, özel başlık taşıyan bir bölümde 15 Said Emre şiiri kayıtlıdır. Birçoğu sadece konu olarak değil ölçü ve kâfiye bakımından bile Yunus'un bazı şiirlerini anımsatmakta ve hatta onlara benzek (nazire) yapılmıştır.

Said Emre'nin adı, asıl Hacı Bektaş'ın "Makalat (Sözler)" adlı yapıtını Arapçadan Türkçeye çevirmekle ünlenmiştir. Bu kitapta, Seyyid Sadeddin, Molla Sadüddin diye kendinden sözeden ozan hakkında, en geniş bilgi Hacı Bektaş Vilayetnamesi'nde bulunmaktadır. Said Emre Makalat'ı düzyazı biçiminde çevirmiş ve aslı ele geçmemekle birlikte, 15. yüzyıldan kalma birkaç nüsha günümüze ulaşmış bulunmaktadır. Şiir biçiminde çevirisi ise 1409 yılında Hatiboğlu tarafından yapılmıştır.

1. Makalat'ta Neler Anlatılmaktadır?

Makalat'ı, Hacı Bektaş'ın bizzat kendisi mi Arapça yazmıştır, yoksa kendisinden edinilen ve öğrenilen bilgiler, biri tarafından mı Arapça kitap haline sokulmuştur? Kesin bilinmemektedir. Bu yapıt da tıpkı şeyh Bedreddin'in (1357/8-1420/1) "Varidat"ı gibi aynı sorunsallığı taşımaktadır. İkisinin de Arapça yazılmış olması bir yana, asıl görüş, düşünce ve felsefelerinin zaman zaman şeriata kaçan din-iman örtüsünün altında vermiş olmaları da benzer özelliklerindendir. Olasıdır ki ikisi de Arapça bilen Sünni din bilginleri ve Medrese molları arasında okunması ve batıni inanç ve düşüncelerin tanıtılması için hazırlanmıştır.
Makalat'ta, esas Alevi-Bektaşi inancındaki dört kapı kırk makamın açıklanması ve yol ilkeleri yer almakla birlikte, mantık ve maddi dünyaya dönük yaşam felsefesi, yazıldığı çağın bilim anlayışı üzerinde bilgiler bulunmaktadır. Ancak yapıtın içine girilip, derinliğine inildiğinde bunlar anlaşılabilir. Bunların üzerine kalın takıyye tabakası çekmek o çağın siyasi koşullarında gerekliydi. Makalat'ın küçücük kapsamı içerisinde Kuran'dan 135 ayet geçilip, açıklamalar yapılmıştır. Ama bunların yanısıra, Hacı Bektaş'ın öyle sözleri vardır ki, dinle kesinlikle bağdaşmaz. Örneğin:

"Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli bir şey yoktur. Çünkü her şeyi iyi bilen ve buyuran akıldır. Bilim evrenin bütün değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Bilimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli ve arştan yerin altına kadar her ne varsa kendinde bulmalıdır. Şimdi gökle yer arasında birçok nesne vardır. Fakat insandan ulusu yoktur. Arştaki değme bir kandilin (yıldızın) genişliği büyüklüğü, bu dünyadan yetmiş kat fazladır." sözlerini öne aldınız mı, din dogması ortadan kalkıverir."
Bu sözlerin anlamına varanlar, sonu karanlık olan yolda yürümeyi hiç sürdürürler mi? Hünkâr bu sözleriyle, bilimsel yöntemlerle bilimsel bilgiden yola çıkmış tam bir materyalist görülmüyor mu? Şu sözlere bir göz atalım:

"Tanrının nimetlerini inceleyiniz. Tanrıya dost olmayı, halka eziyet etmemekte bil. Hiç kimsenin ekmeğine el uzatma, kendi ekmeğini hiç kimseden esirgeme. Emeği ile geçinmeyen bizden değildir."

Önce dünyada insan için varolanları inceleyeceksin, yani bilimin araştırma ve inceleme yöntemlerini kullanacaksın. Tanrıya dost olmak, yani Velilik, halkı sevmek ve ona yakın olmaktır, zulüm yapmamaktır. Bu sözlerde Hak ile Halk'ı eşitlemenin yanısıra, baskı ve zulüm yönetimlerine karşı çıkış ve halk yönetimi (demokrasi) istemi açıktır. Ekmeğe ve emeğe ilişkin sözlerde, İşe ve insan emeğine saygı anlatılıyor. Kimsenin hakkını gasbetmeyeceksin; emeğin karşılığını verecek, sömürücü değil, sosyal eşitlikçi olacaksın, denilmektedir. İnsanları kul, köle ve teba gören şeriat düzeniyle; Hacı Bektaş Veli'nin, ezilen halkların adına, emeğiyle geçinen ve üretenlerin adına dünyayı değiştirmek için ortaya atmış olduğu bu ilkeleri nasıl bağdaşır? Makalat'ı bir Sünni şeriatı va'zeden bir kitap gibi görenler içindir bu soru.

Yine Hünkâr Hacı Bektaş'ın, "Her şeyde her şey vardır" sözü, diyalektik materyalizmin önemli ilkelerinden birinin en özlü ifadesidir. Bunun açınımını A. Gülvahaboğlu, Hacı Bektaş Veli (s. 72) incelemesinde kısa ama doğru koymuş: "Her şeyde her şey vardır" sözü, doğanın ve toplumun uymak zorunda olduğu çelişkiler kuralını içeriyor. Diyalektiğin esası olan ve birinden öbürüne dönüşen çelişkiler kuralını.. Maddedeki eylemi, evrendeki ve toplumdaki değişimi, dönüşümü kapsıyor."

2. Vilayetname'de Molla Sadeddin

Hacı Bektaş Veli'nin yaşamı, toplumsal ilişkileri, önderliği, düşünce ve felsefesinin kerametler dizgesi olan Vilâyetname'de Molla Sadeddin'in Aksaray'da yaşayan bir şeriat bilgini olduğu ve dört yüz mollanın kendisinden ders aldığı yazılıdır. Molla Sadeddin öğrencileriyle sık sık gezilere çıkmaktadır. Hünkâr'ın adını bu gezilerden birinde Tuzköyü'nde duyar. Kendisine Hacı Bektaş'ın birçok kerametleri anlatılır. Hatta kendisine inananların, Kızılırmak'ı yürüyerek geçtikleri ve topuklarının bile ıslanmadığı söylenir. Ama mescide gidip namaz kılmadığını ve hep dervişleriyle birlikte olduğunu öğrenen şeriatçı Sadeddin öfkeyle, "cemaati terkedip namaz kılmayanın selamı alınmaz ve öylesi adam ağırlanmaz" der. Bir yandan da bir mollayı gönderip, Hacı Bektaş Veli'yi yanına çağırtır. Gururlu bilgin mollaları ve köy halkını başına toplayıp, sözde ilminin büyüklüğüyle ona bir ders vermek ister.
Hacı Bektaş Veli geldiğinde ne kimse selamını alır ve ne de ona yer gösterirler. Vilâyetname'ye göre olay şöyle gelişir:

"Hünkâr geldi, selam verdi. Mollaların hiçbiri selamını almadı. Kimsecikler, Hünkâr'a yer göstermedi, onu ağırlamadı. Hünkâr sekinin üstüne çıktı, oturdu. Velâyet (Velilik) elini uzattı. Sadeddin'in ağzından soktu, yüreğini tuttu çıkardı. Sıktı, hatta üç damla kan sekinin altına damladı. Molla Sadeddin, bunu gördü aklı başından gitti, sekinin altına düştü. Molla'ya ne oldu diye başına üşüştüler. Elini ayağını ovdular, yüzüne gülsuyu serptiler. Bir müddet sonra aklı başına geldi, dört yana baktı Hünkâr'ı göremedi. Oradakiler kavlimiz böyle miydi dediler. Hani bilgince sorular soracaktın? Halbuki sen karşısına oturdun, ağzını açtın. derken aklın başından gitti, yere yıkıldın, kendinden geçtin."
Hünkâr'ın bir kerameti olarak verilen olay, aslında dönemin bir medrese bilgini şeriatçı Molla ile onun anladığı dilden yaptığı bir tartışmadır. Görüldüğü gibi Molla, Hacı Bektaş'ın engin bilgisi ve etkileyici davranışları karşısında tek söz söylemeye kadir olamamış ve bu yüzden öğrencileri ve çevresindekiler tarafından eleştirilmiştir.

Molla Sadeddin birçok kere daha Hacı Bektaş ile karşılaşıp, özellikle Sünni çevresinin kırıcı teşvikleriyle onu boşuna altetme çabasına girişmişse de, sonunda hatasını anlamış. Dost olmak ve ona yakınlaşmak gerektiğine inanmıştır. Onun sakalı, bıyığı ve tırnağıyla yani dış görünüşüyle uğraşmanın, namaz vakitleri ortadan kaybolmalarını eleştirmenin bir anlamı olmadığını ona yaklaştığında öğrenmiştir.
Mollalığı bırakan Sadeddin Vilâyetname'ye göre (s. 60) Hacı Bektaş'a derviş olup, on sekiz yıl dergâhta hizmet görmüştür. Buna rağmen bir gün, bir yağmur sonrası loğ taşıyla damı sıkıştırıp, düzeltirken:
"Şeytan kalbine vesvese verdi. Bunca kerametlerini gördüğü halde, kendi kendine 'bu kadar bilgim hünerim vardı; bir derviş hepsini bıraktırdı ve kendisine kul etti beni. Hiçbir surette elinden kurtulamıyorum. Bari şu taşı kafasına atayım da ölsün, ben de kurtulayım.' dedi ve loğ taşını damdan Hünkâr'ın üzerine yuvarladı."

Duvarın önündeki karataş üzerinde yatan Hacı Bektaş, loğ taşından kendini kurtarınca, damdaki Sadeddin'e ilenir ve şunları söyler:
"Said, yüzün kara olsun; gönlümdekini dilime getirdin. Seni yetmiş kere rahmet suyuyla yudum, dişinin kovuğundaki mürekkep karasını çıkaramadım. İn git asla adam olmassın sen hey adamcık hey!"
Molla on sekiz yıl sonra bile, kafasının bir yerinde çöreklenmiş yatan şeriat yılanının kafasını ezememiş, günün aydın benliği ve tutkularını öne çıkarmış, bunca yıl Alevi toplum içinde eriyememiş görünüyor.
Hacı Bektaş'ın canına kastetmiş olmasına rağmen, ortadan kaldırılmadı.
"Said yalnız başına Kızılırmak'ın Aksaray keçesine sürüldü. Susadı denen yere varınca yaptığına pişman oldu. Hünkâr'ın bulunduğu tarafa döndü, bir ayaküstünde kırk gün peymançeye durdu (özünü dâra çekti İ. K). Kırk yedinci gün Sadeddin Sulucakarahöyük'e giden adamlar gördü. Onlara and verdi, adamlık edin dedi, sakalımı merkebinizin kuyruğuna bağlayın, beni de beraber götürün."

Sadeddin'in artık benliği gururu kırılmış; yüzünü turab ederek Kızılca Halvet'inin eşiğine uzanır ve geceleyin Hünkâr'ın ayağıyla üzerine basmasını bekler. Said yeniden kabul görür ama bu kez zorlu sınavlardan geçirilir. Bir peymançeye (Dâra) daha durduktan sonra kırk gün kazanda kaynatılır, erir yokolur. Bir kırk gün daha kaynatılır, kazan açıldığında yeni doğmuş bir çocuktur Said. Yeniden kazanın kapağı kapatılır ve kırk gün daha kaynatılır. Açıldığında ham Molla Sadeddin gitmiş, pişip olgunlaşmış Said kazanın içinde oturmaktadır.

Yine Vilâyetname'de anlatıldığına göre (s. 62) Said, bu olaydan sonra Makalat'ı Türkçe'ye çevirmiştir. "Hoş bir hale bürünen Said", Hünkâr'ın sırrına ermiş; kalıplıktan kurtulup, gerçek talib olmuştur:

Sıdkı birle meydana gelen talibler bugün
Han ü manı terk edüb geçer cümle varundan

Adum Said değülken cümle müşkil halliken
Bir ayet okumuşam Hünkâr'ın esrarundan

Said Emre'nin daha sonra Hacı Bektaş Veli'nin 360 halifesi arasına katılmış ve İçil'e göndermiş olduğunu öğreniyoruz. Gölpınarlı, manzum Vilâyetname'den aşağıdaki beyitleri vererek bu bilgiyi aktarıyor:
Otururken birgün Molla Said
Dedi Hünkâr anma sözümi işid

Nan baha verdük sana İçil'i
Dem yom oynat var ana dir ol Veli

Kalkuban Molla Said oldı revan
İrişinceğiz ol il içre heman

Eyledi mesken tutup anda karar
Emr-i Hak irince kıldı intizar

3. Sevgi Kazanından Doğan Said Emre' den Şiir Örnekleri ve Maddeciliği

Molla Sadeddin, olasıdır ki, Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'ı eline geçtiğinde, onu Kur'an ayetleriyle bezenmiş şeriat va'zeden bir kitap olarak okumaya başlamıştır. Ancak yapıtın özüne inip, içanlamını (batıni) kavramaya başlayınca, "bilimle gidilmeyen yolun sonunun karanlık olduğu" bilincine ulaşmış. Aklı kendine yoldaş alıp, Hacı Bektaş'ı artık başka bir gözle görmüş ve ona bağlanmıştır. Ancak yukarıda Vilâyetname'den verdiğimiz bilgilerden anlaşıldığı üzere öyle kolay olmamıştır bu bağlanma.

Az önce geçtiğimiz beyitinde, adı Said (kutlu, erenlere ulaşmış) olmadan önce, cümle müşkülleri çözdüğünü sandığını söylüyor. Hünkâr'ın esrarından bir ayet okuyunca dünyası değişiyor. Artık Molla Sadüddin gitmiş, Said Emre gelmiştir. Artık ne kulağı müezzinin ezan sesindedir ve ne de namaz vaktimi şaşırdım endişesi taşır. Tüm ibadetleri unutmuştur. Musa gibi Tur dağındadır ve secdeye indiğinde Hacı Bektaş'ın didarını (yüzünü) gördüğünü söylemektedir. Her nereye baksa Hacı Bektaş'la dopdoludur ve onun kapısında kul olmuştur:

Salâ geldi müezzin geldi kaamet eyledi
Kıbleye karşı yüzin tutdı niyyet eyledi

Secdeye indi yüzüm didar gördi bu gözüm
Dağıldı aklum sözüm zihnümi mat eyledi

Unutdum namazımı dosta tutdum yüzümü
Dost kendü mürvetinden bir işaret eyledi

Ne taat var ne salat ne zikir var ne tesbih
Bu beş vakit namazumı ışka gaaret eyledi

Şol benüm secdegahum Tur dağı durur meğer
Musileyin gözlerim Tur münacat eyledi

(...)

Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı Veli
Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi

Said Emre, Hacı Bektaş'ın irşadıyla Tasavvufun içine öyle bir dalıyor ki, Can (ruh), cisim (madde), Tanrı birliğine sarılıyor. Bu birlikteliğin sağlanması için besleyici öğeleri, Hünkâr'ın bal tadındaki sözlerinde bulup, onlara yaslanıyor. Can ve cismin besleyicilerini araştırırken, bir maddeci düşünür gibi, "ruhsal olanı, maddenin değişmesinin ürünü" görüyor açıkça. Maddi dünya onu ilgilendiriyor; can boğazdan gelir. Bütün bunlar, geçmişte inandıklarını inkar suçu, sayılırsa da önemli bulmuyor artık. Hünkâr'ın mürüvvetine erişmiştir, bu ona yeter:

Can bir ulu kimsedür suret anun atıdur
Nice lokma yirisen suretün kuvvetidür

Nice ki yirisen çok ol denlü yürürsin tok
(...)

Cana hiç assısı yok suret maslahatıdur
Bu can nimeti kanu gelsün bulalum anı

Asayiş kılalum canı ol evliya sohbetidür
(...)

Erenün yüzi suyu himmeti arştan ulu
Kim tadarısa balı Hünkâr inayetidür

(...)

Said'in yüzüne tacı kamudan gönlü kiçi
Suça sayılmaz suçı Hünkâr'ın mürvetidür

Hacı Bektaş ve onun düşüncelerinin sevgisine tutsaktır Said. Bu aşk ile varlığını koyup gitmiş ve Didar uğruna yokluğu kabul kılmıştır. Hünkâr'ın sevgisini öğmezse Said, kendini işe yaramaz kabul etmektedir:

Işk üni arşa irer ışk gözi didar görer
Işka yarayan gönğül mutlak didara yarar

(...)
Işk da'visi uludur ışk hısımı bellüdür

İki cihan ilmini ışk bir adımda direr
Işk yokluk kabul ider varluğın koyup gider

(...)
Varluk mülkinden sonra ışk ebed ömür sürer

Dirliğin ışka virüb kendü ışka kul olup
Hünkâr ışkın öğmedin bu Said neye yarar

Said Emre, Makalat'ı Türkçe yazarken, bazan Hünkâr'ın sözlerinden coşa gelip, şiirler yazmıştır. Örneğin, Hacı Bektaş Veli, Hakikatın makamlarını belirtirken şöyle bir sıralama yapar:

"Şimdi azizim! Hakikatın birinci makamı, toprak olmak; ikinci makamı, yetmiş iki milleti ayıplamamak; üçüncü makamı, elinden geleni esirgememek; dördüncü makamı, dünyadaki bütün nesnelerin kendisinden emin olmasıdır... Onuncu makamı, Çalap Tanrıya ulaşmaktır. Kavuşma bundadır."

Bu vahdet, yani birlik makamıdır; insan-tanrı birlikteliğidir. Said burada hemen araya girip, coşkuyla aşağıdaki şiiri söyler. Bu makama erince insan varlığı Hak ile birleşir; varlık-yokluk, aşk-sevgi ve dünya-ahiret bir olur:

Bu makama kim ere iş bu sözü kim dere
Varlığın Hakka vere cümle âlem içinde

Kim bu sırra ermedi kendisini dermedi
Bu aşktan esrimedi ömrü zulmet içinde

Varlık yokluk birdurur aşk ve sevgi birdurur
Dünya ahret birdurur aşk-ı kadim içinde

Sonunda Said'in kendisi de sevgiyle sultanını bulmuş ve Vahdet makamında tanrıyla bütünleşmiştir. Bu aşk odu canını yağmalayınca din ve imanı terketmiş, onu (tanrıyı) yakalamıştır. Birlik şarabını içer içmez, o güne değin kurduğu dükkanı (dünyayı) yıkıp, kazancı ziyanı bırakmıştır. Birlikten mekanlarını bulmuşlar ve artık ayrılmamaya kararlıdırlar:

Nagah yağma eyledi ışk odı canımızı
Hiç kimse nitelükden virmez nişanumuzı

Nice nişan vireler kangı yoldan soralar
Çün elden bırakdurur din ü imanumuzı

Ne imana bakdurur ne hod dine tapdurur
Kendüyle bile dutar yıkdı dükkanumuzı

Virdi birlikden şarab kıldık dükkanı harab
Cümlesini terkitdük assı ziyanumuzı

Ne assı var ne ziyan gelsün canuna kıyan
Cümlesinden geçüben bulduk sultanumuzı

(...)

Gördüm imdi bu kandan ne biter bu ma'denden
Ayrılmazuz birlikden bulduk mekanumuzı

Said imdi yürivar çün bir oldı bu ikrar
Hiç makamdan virmesün kimse nişanumuzı

Şeriatın Molla Sadüddin'i, Hacı Bektaş'ın inanç ve görüşlerine bağlanıp, Hakikat'ın Said Emre'si (kutlu aşığı) olmuştur. Aşkolsun aklın ve bilimin yolunu tutanlara, aşkolsun Said Emre'ye ve şeriatın mollalarına ders olsun! Ama asıl yolunu-süreğini unutmuşlara ve şeriat mollasını bile yola bağlayan Hacı Bektaş Veli dergâhından sapanlara, Hünkar'ın ruhunu incitenlere ders olsun:

Bu surete geleli adum Said olalı
Gizlendi padişahlık kulam şüküre geldim

Eksüklüven hak bilür ışkun bana güç kılur
Hünkâr Said'e tımar tup beni benden aldı

Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı Veli
Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi

(Görmediğim Tanrıya Tapmam- Alevilik ve Materyalizm, kitabından)


[1]  Yunus Emre ve Tasavvuf, İst.1961, s. 280–294

[2] Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayetname, İstanbul–1990, s. 55–56.

[3] Vilayetname, s. 123.

HACI BEKTAŞ VELİ’NİN MAKALAT’INI TÜRKÇELEŞTİREN SAİD EMRE

İsmail Kaygusuz

Adı Yunus Emre (1240/1-1320) ile birlikte geçen ve şiirleri birbirine karışmış, çağdaşı Said Emre hakkında pek az şey bilinir. Günümüze Said tapşırmasıyla ulaşan 19 şiiri bulunmaktadır. Şiirleri yayınlamış olan Abdülbaki Gölpınarlı   onları, Prof. Dr. Ritter’in bulduğu ve 14. yüzyılda yazılmış en eski Yunus Emre Divanı olarak bilinen elyazması ve diğer bazı kaynaklardan toplamıştır. Bu divanda Yunus Emre’ye ait 98 şiire ek olarak, özel başlık taşıyan bir bölümde 15 Said Emre şiiri kayıtlıdır. Birçoğu sadece konu olarak değil ölçü ve kâfiye bakımından bile Yunus’un bazı şiirlerini anımsatmakta ve hatta onlara benzek (nazire) yapılmıştır.

Said Emre’nin adı, asıl Hacı Bektaş’ın “Makalat (Sözler)” adlı yapıtını Arapçadan Türkçeye çevirmekle ünlenmiştir. Bu kitapta, Seyyid Sadeddin, Molla Sadüddin diye kendinden sözeden ozan hakkında, en geniş bilgi Hacı Bektaş Vilayetnamesi’nde bulunmaktadır. Said Emre Makalat’ı düzyazı biçiminde çevirmiş ve aslı ele geçmemekle birlikte, 15. yüzyıldan kalma birkaç nüsha günümüze ulaşmış bulunmaktadır. Şiir biçiminde çevirisi ise 1409 yılında Hatiboğlu tarafından yapılmıştır.

1. Makalat’ta Neler Anlatılmaktadır?

Makalat’ı, Hacı Bektaş’ın bizzat kendisi mi Arapça yazmıştır, yoksa kendisinden edinilen ve öğrenilen bilgiler, biri tarafından mı Arapça kitap haline sokulmuştur? Kesin bilinmemektedir. Bu yapıt da tıpkı şeyh Bedreddin’in (1357/8-1420/1) “Varidat”ı gibi aynı sorunsallığı taşımaktadır. İkisinin de Arapça yazılmış olması bir yana, asıl görüş, düşünce ve felsefelerinin zaman zaman şeriata kaçan din-iman örtüsünün altında vermiş olmaları da benzer özelliklerindendir. Olasıdır ki ikisi de Arapça bilen Sünni din bilginleri ve Medrese molları arasında okunması ve batıni inanç ve düşüncelerin tanıtılması için hazırlanmıştır.  
Makalat’ta, esas Alevi-Bektaşi inancındaki dört kapı kırk makamın açıklanması ve yol ilkeleri yer almakla birlikte, mantık ve maddi dünyaya dönük yaşam felsefesi, yazıldığı çağın bilim anlayışı üzerinde bilgiler bulunmaktadır. Ancak yapıtın içine girilip, derinliğine inildiğinde bunlar anlaşılabilir. Bunların üzerine kalın takıyye tabakası çekmek o çağın siyasi koşullarında gerekliydi. Makalat’ın küçücük kapsamı içerisinde Kuran’dan 135 ayet geçilip, açıklamalar yapılmıştır. Ama bunların yanısıra, Hacı Bektaş’ın öyle sözleri vardır ki, dinle kesinlikle bağdaşmaz. Örneğin:

“Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli bir şey yoktur. Çünkü her şeyi iyi bilen ve buyuran akıldır. Bilim evrenin bütün değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Bilimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli ve arştan yerin altına kadar her ne varsa kendinde bulmalıdır. Şimdi gökle yer arasında birçok nesne vardır. Fakat insandan ulusu yoktur. Arştaki değme bir kandilin (yıldızın) genişliği büyüklüğü, bu dünyadan yetmiş kat fazladır.” sözlerini öne aldınız mı, din dogması ortadan kalkıverir.”
Bu sözlerin anlamına varanlar, sonu karanlık olan yolda yürümeyi hiç sürdürürler mi? Hünkâr bu sözleriyle, bilimsel yöntemlerle bilimsel bilgiden yola çıkmış tam bir materyalist görülmüyor mu? Şu sözlere bir göz atalım:

“Tanrının nimetlerini inceleyiniz. Tanrıya dost olmayı, halka eziyet etmemekte bil. Hiç kimsenin ekmeğine el uzatma, kendi ekmeğini hiç kimseden esirgeme. Emeği ile geçinmeyen bizden değildir.”

Önce dünyada insan için varolanları inceleyeceksin, yani bilimin araştırma ve inceleme yöntemlerini kullanacaksın. Tanrıya dost olmak, yani Velilik, halkı sevmek ve ona yakın olmaktır, zulüm yapmamaktır. Bu sözlerde Hak ile Halk’ı eşitlemenin yanısıra, baskı ve zulüm yönetimlerine karşı çıkış ve halk yönetimi (demokrasi) istemi açıktır. Ekmeğe ve emeğe ilişkin sözlerde, İşe ve insan emeğine saygı anlatılıyor. Kimsenin hakkını gasbetmeyeceksin; emeğin karşılığını verecek, sömürücü değil, sosyal eşitlikçi olacaksın, denilmektedir. İnsanları kul, köle ve teba gören şeriat düzeniyle; Hacı Bektaş Veli’nin, ezilen halkların adına, emeğiyle geçinen ve üretenlerin adına dünyayı değiştirmek için ortaya atmış olduğu bu ilkeleri nasıl bağdaşır? Makalat’ı bir Sünni şeriatı va’zeden bir kitap gibi görenler içindir bu soru.

Yine Hünkâr Hacı Bektaş’ın, “Her şeyde her şey vardır” sözü, diyalektik materyalizmin önemli ilkelerinden birinin en özlü ifadesidir. Bunun açınımını A. Gülvahaboğlu, Hacı Bektaş Veli (s. 72) incelemesinde kısa ama doğru koymuş: “Her şeyde her şey vardır” sözü, doğanın ve toplumun uymak zorunda olduğu çelişkiler kuralını içeriyor. Diyalektiğin esası olan ve birinden öbürüne dönüşen çelişkiler kuralını.. Maddedeki eylemi, evrendeki ve toplumdaki değişimi, dönüşümü kapsıyor.”

2. Vilayetname’de Molla Sadeddin

Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı, toplumsal ilişkileri, önderliği, düşünce ve felsefesinin kerametler dizgesi olan Vilâyetname’de Molla Sadeddin’in Aksaray’da yaşayan bir şeriat bilgini olduğu ve dört yüz mollanın kendisinden ders aldığı yazılıdır. Molla Sadeddin öğrencileriyle sık sık gezilere çıkmaktadır. Hünkâr’ın adını bu gezilerden birinde Tuzköyü’nde duyar. Kendisine Hacı Bektaş’ın birçok kerametleri anlatılır. Hatta kendisine inananların, Kızılırmak’ı yürüyerek geçtikleri ve topuklarının bile ıslanmadığı söylenir. Ama mescide gidip namaz kılmadığını ve hep dervişleriyle birlikte olduğunu öğrenen şeriatçı Sadeddin öfkeyle, “cemaati terkedip namaz kılmayanın selamı alınmaz ve öylesi adam ağırlanmaz” der. Bir yandan da bir mollayı gönderip, Hacı Bektaş Veli’yi yanına çağırtır. Gururlu bilgin mollaları ve köy halkını başına toplayıp, sözde ilminin büyüklüğüyle ona bir ders vermek ister.
Hacı Bektaş Veli geldiğinde ne kimse selamını alır ve ne de ona yer gösterirler. Vilâyetname’ye göre olay şöyle gelişir:

“Hünkâr geldi, selam verdi. Mollaların hiçbiri selamını almadı. Kimsecikler, Hünkâr’a yer göstermedi, onu ağırlamadı. Hünkâr sekinin üstüne çıktı, oturdu. Velâyet (Velilik) elini uzattı. Sadeddin’in ağzından soktu, yüreğini tuttu çıkardı. Sıktı, hatta üç damla kan sekinin altına damladı. Molla Sadeddin, bunu gördü aklı başından gitti, sekinin altına düştü. Molla’ya ne oldu diye başına üşüştüler. Elini ayağını ovdular, yüzüne gülsuyu serptiler. Bir müddet sonra aklı başına geldi, dört yana baktı Hünkâr’ı göremedi. Oradakiler kavlimiz böyle miydi dediler. Hani bilgince sorular soracaktın? Halbuki sen karşısına oturdun, ağzını açtın. derken aklın başından gitti, yere yıkıldın, kendinden geçtin.”   
Hünkâr’ın bir kerameti olarak verilen olay, aslında dönemin bir medrese bilgini şeriatçı Molla ile onun anladığı dilden yaptığı bir tartışmadır. Görüldüğü gibi Molla, Hacı Bektaş’ın engin bilgisi ve etkileyici davranışları karşısında tek söz söylemeye kadir olamamış ve bu yüzden öğrencileri ve çevresindekiler tarafından eleştirilmiştir.

Molla Sadeddin birçok kere daha Hacı Bektaş ile karşılaşıp, özellikle Sünni çevresinin kırıcı teşvikleriyle onu boşuna altetme çabasına girişmişse de, sonunda hatasını anlamış. Dost olmak ve ona yakınlaşmak gerektiğine inanmıştır. Onun sakalı, bıyığı ve tırnağıyla yani dış görünüşüyle uğraşmanın, namaz vakitleri ortadan kaybolmalarını eleştirmenin bir anlamı olmadığını ona yaklaştığında öğrenmiştir.
Mollalığı bırakan Sadeddin Vilâyetname’ye göre (s. 60) Hacı Bektaş’a derviş olup, on sekiz yıl dergâhta hizmet görmüştür. Buna rağmen bir gün, bir yağmur sonrası loğ taşıyla damı sıkıştırıp, düzeltirken:
“Şeytan kalbine vesvese verdi. Bunca kerametlerini gördüğü halde, kendi kendine ‘bu kadar bilgim hünerim vardı; bir derviş hepsini bıraktırdı ve kendisine kul etti beni. Hiçbir surette elinden kurtulamıyorum. Bari şu taşı kafasına atayım da ölsün, ben de kurtulayım.’ dedi ve loğ taşını damdan Hünkâr’ın üzerine yuvarladı.”

Duvarın önündeki karataş üzerinde yatan Hacı Bektaş, loğ taşından kendini kurtarınca, damdaki Sadeddin’e ilenir ve şunları söyler:
“Said, yüzün kara olsun; gönlümdekini dilime getirdin. Seni yetmiş kere rahmet suyuyla yudum, dişinin kovuğundaki mürekkep karasını çıkaramadım. İn git asla adam olmassın sen hey adamcık hey!”
Molla on sekiz yıl sonra bile, kafasının bir yerinde çöreklenmiş yatan şeriat yılanının kafasını ezememiş, günün aydın benliği ve tutkularını öne çıkarmış, bunca yıl Alevi toplum içinde eriyememiş görünüyor.
Hacı Bektaş’ın canına kastetmiş olmasına rağmen, ortadan kaldırılmadı.
“Said yalnız başına Kızılırmak’ın Aksaray keçesine sürüldü. Susadı denen yere varınca yaptığına pişman oldu. Hünkâr’ın bulunduğu tarafa döndü, bir ayaküstünde kırk gün peymançeye durdu (özünü dâra çekti İ. K). Kırk yedinci gün Sadeddin Sulucakarahöyük’e giden adamlar gördü. Onlara and verdi, adamlık edin dedi, sakalımı merkebinizin kuyruğuna bağlayın, beni de beraber götürün.”

Sadeddin’in artık benliği gururu kırılmış; yüzünü turab ederek Kızılca Halvet’inin eşiğine uzanır ve geceleyin Hünkâr’ın ayağıyla üzerine basmasını bekler. Said yeniden kabul görür ama bu kez zorlu sınavlardan geçirilir. Bir peymançeye (Dâra) daha durduktan sonra kırk gün kazanda kaynatılır, erir yokolur. Bir kırk gün daha kaynatılır, kazan açıldığında yeni doğmuş bir çocuktur Said. Yeniden kazanın kapağı kapatılır ve kırk gün daha kaynatılır. Açıldığında ham Molla Sadeddin gitmiş, pişip olgunlaşmış Said kazanın içinde oturmaktadır.

Yine Vilâyetname’de anlatıldığına göre (s. 62) Said, bu olaydan sonra Makalat’ı Türkçe’ye çevirmiştir. “Hoş bir hale bürünen Said”, Hünkâr’ın sırrına ermiş; kalıplıktan kurtulup, gerçek talib olmuştur:

Sıdkı birle meydana gelen talibler bugün
Han ü manı terk edüb geçer cümle varundan

Adum Said değülken cümle müşkil halliken
Bir ayet okumuşam Hünkâr’ın esrarundan

Said Emre’nin daha sonra Hacı Bektaş Veli’nin 360 halifesi arasına katılmış ve İçil’e göndermiş olduğunu öğreniyoruz. Gölpınarlı,   manzum Vilâyetname’den aşağıdaki beyitleri vererek bu bilgiyi aktarıyor:
Otururken birgün Molla Said
Dedi Hünkâr anma sözümi işid

Nan baha verdük sana İçil’i
Dem yom oynat var ana dir ol Veli

Kalkuban Molla Said oldı revan
İrişinceğiz ol il içre heman

Eyledi mesken tutup anda karar
Emr-i Hak irince kıldı intizar

3. Sevgi Kazanından Doğan Said Emre’ den Şiir Örnekleri ve Maddeciliği

Molla Sadeddin, olasıdır ki, Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı eline geçtiğinde, onu Kur’an ayetleriyle bezenmiş şeriat va’zeden bir kitap olarak okumaya başlamıştır. Ancak yapıtın özüne inip, içanlamını (batıni) kavramaya başlayınca, “bilimle gidilmeyen yolun sonunun karanlık olduğu” bilincine ulaşmış. Aklı kendine yoldaş alıp, Hacı Bektaş’ı artık başka bir gözle görmüş ve ona bağlanmıştır. Ancak yukarıda Vilâyetname’den verdiğimiz bilgilerden anlaşıldığı üzere öyle kolay olmamıştır bu bağlanma.

Az önce geçtiğimiz beyitinde, adı Said (kutlu, erenlere ulaşmış) olmadan önce, cümle müşkülleri çözdüğünü sandığını söylüyor. Hünkâr’ın esrarından bir ayet okuyunca dünyası değişiyor. Artık Molla Sadüddin gitmiş, Said Emre gelmiştir. Artık ne kulağı müezzinin ezan sesindedir ve ne de namaz vaktimi şaşırdım endişesi taşır. Tüm ibadetleri unutmuştur. Musa gibi Tur dağındadır ve secdeye indiğinde Hacı Bektaş’ın didarını (yüzünü) gördüğünü söylemektedir. Her nereye baksa Hacı Bektaş’la dopdoludur ve onun kapısında kul olmuştur:

Salâ geldi müezzin geldi kaamet eyledi
Kıbleye karşı yüzin tutdı niyyet eyledi

Secdeye indi yüzüm didar gördi bu gözüm
Dağıldı aklum sözüm zihnümi mat eyledi

Unutdum namazımı dosta tutdum yüzümü
Dost kendü mürvetinden bir işaret eyledi

Ne taat var ne salat ne zikir var ne tesbih
Bu beş vakit namazumı ışka gaaret eyledi

Şol benüm secdegahum Tur dağı durur meğer
Musileyin gözlerim Tur münacat eyledi
(...)
Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı Veli
Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi

Said Emre, Hacı Bektaş’ın irşadıyla Tasavvufun içine öyle bir dalıyor ki, Can (ruh), cisim (madde), Tanrı birliğine sarılıyor. Bu birlikteliğin sağlanması için besleyici öğeleri, Hünkâr’ın bal tadındaki sözlerinde bulup, onlara yaslanıyor. Can ve cismin besleyicilerini araştırırken, bir maddeci düşünür gibi, “ruhsal olanı, maddenin değişmesinin ürünü” görüyor açıkça. Maddi dünya onu ilgilendiriyor; can boğazdan gelir. Bütün bunlar, geçmişte inandıklarını inkar suçu, sayılırsa da önemli bulmuyor artık. Hünkâr’ın mürüvvetine erişmiştir, bu ona yeter:

Can bir ulu kimsedür suret anun atıdur
Nice lokma yirisen suretün kuvvetidür

Nice ki yirisen çok ol denlü yürürsin tok
(...)
Cana hiç assısı yok suret maslahatıdur
Bu can nimeti kanu gelsün bulalum anı

Asayiş kılalum canı ol evliya sohbetidür
(...)
Erenün yüzi suyu himmeti arştan ulu
Kim tadarısa balı Hünkâr inayetidür
(...)
Said’in yüzüne tacı kamudan gönlü kiçi
Suça sayılmaz suçı Hünkâr’ın mürvetidür

Hacı Bektaş ve onun düşüncelerinin sevgisine tutsaktır Said. Bu aşk ile varlığını koyup gitmiş ve Didar uğruna yokluğu kabul kılmıştır. Hünkâr’ın sevgisini öğmezse Said, kendini işe yaramaz kabul etmektedir:
Işk üni arşa irer ışk gözi didar görer
Işka yarayan gönğül mutlak didara yarar
(...)
Işk da’visi uludur ışk hısımı bellüdür

İki cihan ilmini ışk bir adımda direr
Işk yokluk kabul ider varluğın koyup gider
(...)
Varluk mülkinden sonra ışk ebed ömür sürer

Dirliğin ışka virüb kendü ışka kul olup
Hünkâr ışkın öğmedin bu Said neye yarar

Said Emre, Makalat’ı Türkçe yazarken, bazan Hünkâr’ın sözlerinden coşa gelip, şiirler yazmıştır. Örneğin, Hacı Bektaş Veli, Hakikatın makamlarını belirtirken şöyle bir sıralama yapar:

“Şimdi azizim! Hakikatın birinci makamı, toprak olmak; ikinci makamı, yetmiş iki milleti ayıplamamak; üçüncü makamı, elinden geleni esirgememek; dördüncü makamı, dünyadaki bütün nesnelerin kendisinden emin olmasıdır... Onuncu makamı, Çalap Tanrıya ulaşmaktır. Kavuşma bundadır.”

Bu vahdet, yani birlik makamıdır; insan-tanrı birlikteliğidir. Said burada hemen araya girip, coşkuyla aşağıdaki şiiri söyler. Bu makama erince insan varlığı Hak ile birleşir; varlık-yokluk, aşk-sevgi ve dünya-ahiret bir olur:

Bu makama kim ere iş bu sözü kim dere
Varlığın Hakka vere cümle âlem içinde

Kim bu sırra ermedi kendisini dermedi
Bu aşktan esrimedi ömrü zulmet içinde

Varlık yokluk birdurur aşk ve sevgi birdurur
Dünya ahret birdurur aşk-ı kadim içinde

Sonunda Said’in kendisi de sevgiyle sultanını bulmuş ve Vahdet makamında tanrıyla bütünleşmiştir. Bu aşk odu canını yağmalayınca din ve imanı terketmiş, onu (tanrıyı) yakalamıştır. Birlik şarabını içer içmez, o güne değin kurduğu dükkanı (dünyayı) yıkıp, kazancı ziyanı bırakmıştır. Birlikten mekanlarını bulmuşlar ve artık ayrılmamaya kararlıdırlar:

Nagah yağma eyledi ışk odı canımızı
Hiç kimse nitelükden virmez nişanumuzı

Nice nişan vireler kangı yoldan soralar
Çün elden bırakdurur din ü imanumuzı

Ne imana bakdurur ne hod dine tapdurur
Kendüyle bile dutar yıkdı dükkanumuzı

Virdi birlikden şarab kıldık dükkanı harab
Cümlesini terkitdük assı ziyanumuzı

Ne assı var ne ziyan gelsün canuna kıyan
Cümlesinden geçüben bulduk sultanumuzı

(...)

Gördüm imdi bu kandan ne biter bu ma’denden
Ayrılmazuz birlikden bulduk mekanumuzı

Said imdi yürivar çün bir oldı bu ikrar
Hiç makamdan virmesün kimse nişanumuzı

Şeriatın Molla Sadüddin’i, Hacı Bektaş’ın inanç ve görüşlerine bağlanıp, Hakikat’ın Said Emre’si (kutlu aşığı) olmuştur. Aşkolsun aklın ve bilimin yolunu tutanlara, aşkolsun Said Emre’ye ve şeriatın mollalarına ders olsun! Ama asıl yolunu-süreğini unutmuşlara ve şeriat mollasını bile yola bağlayan Hacı Bektaş Veli dergâhından sapanlara, Hünkar’ın ruhunu incitenlere ders olsun:

Bu surete geleli adum Said olalı
Gizlendi padişahlık kulam şüküre geldim

Eksüklüven hak bilür ışkun bana güç kılur
Hünkâr Said’e tımar tup beni benden aldı

Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı Veli
Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi

(Görmediğim Tanrıya Tapmam- Alevilik ve Materyalizm, kitabından)